DÜNDEN DEVAM
Şeyh Bedreddin olayı üzerine Bilal Güneş’le söyleşimizin dünkü 1. bölümünde, olayların dönemin Osmanlı kaynaklarına nasıl yansıdığı hakkında konuşmuştuk. Söyleşi dizimizin bugünkü 2. bölümünde, Nâzım Hikmet’in Şeyh Bedreddin konusunda nasıl yanıltıldığı ile Bedreddin ve Börklüce’nin Alevi-Bektaşi inancına sahip kişiler olup olmadıkları hakkında konuşuyoruz.
Şeyh Bedreddin Destanı’nı yazan Nâzım’ı kim yanılttı?
“Nâzım hata mı yaptı yani?” diye soruyorum Bilal’e. Nâzım’ın, Destanın başında bahsettiği gibi, Şerefeddin Efendi’nin Bedreddin hakkında yazdığı risaleyi Bursa Hapishanesi’nde yatarken okuduğunu ve okuduklarına inandığını ve o koşullarda Nâzım’dan olayı iyice tetkik ettikten sonra şiir yazmasını beklemenin de doğru olmadığını söylüyor.
Nâzım Hikmet Bursa Hapishanesi'nde. (Fotoğraf: nazimhikmet.org.tr)
“Zaten kendisi tarihçi de değil” diyor Bilal, “Böyle bir sorumluluğu yok. Üstelik risalenin yazarı da sıradan bir kişi değil. Darülfünun, yani İstanbul Üniversitesi’nin kelam müderrisi. Risaleyi okuduğunda Nâzım’da oluşan duygu, Bedreddin’i kelam müderrisinin elinden kurtarmak isteğidir. Destanı yazmaya böyle başlar. Nâzım, eserin ikinci baskısında Destanın adına ‘ve Bedreddin Destanına Zeyl–Milli Gurur’ ibaresini ekler. Bu zeylde Nâzım, Bedreddin’in akrabalarının yaşadığı bir köye çocukken yolu düşmüş olan Ahmed adlı kişinin anlattıklarını, Ahmedin hikayesi başlığıyla Destana ekler. Bu hikayede Ahmed küçük bir çocukken dedesi ile birlikte, Bedreddin’le aynı soydan insanların yaşadığı bir köye konuk olmuştur. Gecelemeleri için köyü öneren ve ana yoldan köy yolu sapağına kadar kendileriyle birlikte gelen jandarma, bu köyün insanlarının dünyanın en inatçı, en vergi vermez, en dik kafalı köylüleri olduğunu söylemiş ve uyarmıştır. Jandarmaya göre, bunlar ‘ne Müslüman ne gavurdular, belki Kızılbaştılar ama, tam da Kızılbaş değil.’ Aslında yüzyıldır tarihçileri uğraştıran bir konu olan Bedreddin’in akrabalarının inancı hakkında, en doğru tanımı bu hikayedeki jandarma yapmıştır. Nâzım buradan Bedreddin’in dinler ve mezhepler üstü bir insan olduğunu çıkarmış olmalı. Oysa bu gerçek değil. Yani bir köy halkının ne Müslüman ne Hristiyan ne Alevi ne Sünni ne Kızılbaş ne Bektaşi olmasından, ancak düz mantıkla onların komünist olduğu önermesine ulaşılabilir.”
“Nâzım’ı yanıltan Şerefeddin Efendi, Kuvayı Milliye’yi aktif olarak desteklemiş olan Ankara Müftüsü Börekçizade Rıfat Efendi’den sonraki ikinci diyanet işleri başkanıdır. İngiliz işgali altındaki İstanbul’da, Mehmet Akif’in de dahil olduğu İslamcı bir grupla birlikte hareket ederken, Atatürk öldüğünde cenaze namazının kılınması için naaşının camiye götürülmesine gerek olmadığı, öldüğü yerde de namazın kılınabileceğine dair fetva veren ve o namazı Dolmabahçe Sarayı’nda kıldıran kişidir. Bu ve daha sonra ibadet dilinin Türkçeleştirilmesi çalışmalarına katılmış olması nedeniyle İslamcılardan uzaklaşarak Türkçülere yaklaştığı şeklinde değerlendirmeler var.”
Mehmed Şerefeddin Yaltkaya
“Tez çalışmasına başladığımda, İstanbul’un Türkiye Cumhuriyeti’ne katılmasıyla hükümetin orada yürüttüğü tutuklamalar ve yargılamalar sırasında gözaltına alınarak Ankara’ya getirildiği ve kırk beş gün tutuklu kaldıktan sonra, İttihat ve Terakki üyesi olduğunun ispatlanmasıyla serbest bırakıldığına dair bir habere rastlamış, fakat kaynak hakkındaki bilgileri, nasıl olsa yine kolayca bulabilirim diye kaydetmemiştim. Tezi yazarken ne kadar aradıysam da bulamadım, dolayısıyla tezde bundan söz edemedim. Bu bilgi, onun kişiliği hakkında yapılacak bir değerlendirmede ciddi bir veri olacaktı. Çünkü eski İslamcı çevredeki arkadaşlarının kendisine yönelttiği, amiyane tabirle söylersek, eyyamcılık eleştirisi var.”
“Franz Babinger adlı bir Alman oryantalist, 1. Dünya Savaşı sırasında Çanakkale’de Alman askeri olarak bulunmuş, 1918’de yenilen Almanya’da imparator II. Wilhelm’in tahttan uzaklaştırılması ve hükümetin düşmesi sırasında, dağılan Alman ordusundan bazı birliklerin de katıldığı eylemlerle çeşitli kentlerde işçi sovyetleri kurulmuştu. 1. Dünya Savaşı’nın bütçesini kabul etme konusunda ortaya çıkan tavır farklılığı nedeniyle daha savaş başlamadan bölünmüş olan komünist Alman Sosyal Demokrasi Partisi’nin, Rosa Luxemburg’un da aralarında olduğu sol kanat Spartakist Birliği’nin önderlik ettiği bu Alman Devrimini yıkmak için, ordudan geriye kalan birliklerle bunun başarılabileceğine inanmayan Alman generallerinin kurduğu ‘Frei Korps’ adındaki karşıdevrimci paramiliter örgüte katılarak savaşmış biridir."
Franz Babinger’in “Simavna Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin” başlıklı tezi
"Babinger’in doçentlik tezinin başlığı, Schejch Bedr Ed-Dīn, der Sohn des Richters von Simāw (Simavna Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin)’dir. Babinger’in bu tezi 1921 yılında yayınlanmıştır. Konu aynı yılın sonlarında İstanbul gazetelerine yansımış ve Babinger’in tezi kısa süre sonra da Köprülüzade Ahmed Cemal tarafından Türkçeye çevrilmiştir. Şerefeddin Efendi, Arapça bilen birinin bu konuyu iyice araştırması gerektiğini söyleyen Mehmet Fuad Köprülü’nün teşvik etmesiyle, Nâzım’ın okuduğu risaleyi yazmıştır. 1925 yılında basılan bu risalenin dili Arapçadır. Niçin Arapça, diye soracak olursan, Dil Devrimi’nin sebeplerini işaret etmiş olursun. Nâzım’ın da destanda bahsettiği, Şerefeddin Efendi’nin risalesinde o döneme ait yazma eserler ve müelliflerinin isimlerini anması, Babinger’in tezinde geçtiği içindir. Şerefeddin Efendi’nin onları okuduğunu sanmıyorum.”
“Babinger bu tezinde Bedreddin’i, Alevilerin ulu ozan saydığı yedi kişiden biri olan ve fikirleri nedeniyle derisi yüzülerek idam edilen Nesimi’nin takipçisi, dolayısıyla Hurufi-Batıni yapar. Ayrıca Safevi Şiiliğiyle de bağlantılı gösterir. Bedreddin’i Batıni olmakla suçlayan ilk yazar, İdris-i Bitlisi adındaki enteresan bir kişidir. İsmail Şah’ın tahta çıkmasıyla, daha doğrusu tahtı kurmasıyla İran’dan kaçarak İstanbul’a gelen Bitlisi, kısa sürede saray çevresine katılır. II. Bayezid’in bir Osmanlı tarihi yazmak için görevlendirdiği iki kişiden biri budur. Bayezid bunun Farsça yazmasını, Kemalpaşazade’nin ise Türkçe yazmasını istemiştir. Kemalpaşazade önemli bir şeyhülislamdır. Bedreddin’in suçlanmasına hatta lanetlenmesine vesile yapılan konulardan biri de onun görüşlerini içerdiği iddia edilen Varidat adlı risalede geçen Vahdet-i Vücud nazariyesinin içeriği Muhyiddin İbnü’l-Arabi’ye aittir. Tasavvufi görüşleriyle Sünni İslam dünyasını ikiye bölen İbnü’l-Arabi’nin Şam’daki mezarının üzerine, Yavuz Selim’in bir türbe yaptırmasını sağlayan kişi, Kemalpaşazade’dir. Böyle birinin Bedreddin hakkındaki görüşlerini öğrenmek önemliydi. Ancak yazdığı Osmanlı Tarihi’nde bu olayların yaşandığı zamanı kapsayan beşinci cilt kayıptır. Ayrıca ona atıf yaparak, görüşlerini dolaylı olarak da olsa öğrenmemizi sağlayacak başka bir eser de görmedim.”
“Bitlisi’ye dönersek, kendisine sipariş edilen Osmanlı Tarihi’ni henüz tamamlamadan, talep ettiği avansı alamadığı için Bayezid’e küserek İstanbul’u terk eder ve Mekke’ye gider. Oradan eski patronu Safevilerin o zamanki şahı ile mektuplaşır ve ona övgüler dizer. İsmail Şah onu övgülere boğduğu bir mektupla yanına davet eder. Tam gitmeyi düşündüğü sıralarda, İstanbul’da tahta çıkan Yavuz’un onu İstanbul’a davet eden mektubu, bir miktar altınla birlikte gelir. Deliler gibi sevinerek İstanbul’a döner. Yavuz’un İran üzerine düzenlediği seferde, Kürtlerin Osmanlı ordusu saflarında savaşmasını sağlayan kişidir. Yavuz onu Acem-Arap kazaskerliği ile ödüllendirmiştir. Bunun yazdığı Heşt Bihişt adlı Osmanlı Tarihi, ondan sonra Bedreddin hakkında yazanların alıntı yaptığı önde gelen bir kaynaktır. Bunların başında da Avrupalı tarihçiler gelir. Anlayamadığım şekilde bu Avrupalılarda bir yazma eser fetişizmi var. Türkiye’de ve Avrupa kütüphanelerinde deliler gibi Osmanlı kroniklerini arayıp bulmuşlar ve yayınlamışlar. Bu yazmalarda yer alan hiçbir hususun doğruluğunu tetkik etmek, başkalarıyla karşılaştırmak akıllarına gelmemiş. Yaptıkları karşılaştırma, aynı eserin ele geçirdikleri nüshalarının karşılaştırılmasından ibaret. Ayrıca, yeni bir tarih öğrencisi olarak benim bu kronikleri yazıldıkları sırayla okuduğumda fark ettiğimi, profesyonel tarihçi olan Avrupalılar fark edememişler. Bedreddin olayını yazdıklarında, zaman olarak bir sıra takip etmiyorlar. Bir bakıyorsun en son yazılandan alıntı, bir bakıyorsun en baştakinden, bir bakıyorsun ortadakinden. Bu kronikleri yazıldıkları tarihe göre sıraya dizip okuyan herkes, Bedreddin’in Börklüce ve Torlak Kemal’le ilişkilendirilmesinin sonradan yazılmış kroniklerde yapıldığını görür. Mesela olaydan bahseden ilk Osmanlı kroniği, Şükrullah Efendi’nin yazdığı Behçetü’t-Tevarih’dir. 1451 ya da 1459’da yazıldığı sanılan bu kronikte, Karaburun olayından kısaca bahsedilir. Olayı anlatan Şükrullah, Bedreddin’den hiç bahsetmez. Bundan yaklaşık beş ya da on yıl sonra Tevarih-i Al-i Osman adlı kroniği kaleme alan Edirneli Oruç Beğ, Börklüce ve Bedreddin’i, birbirleriyle irtibatlandırmadan anlatır. Ayrıca, kronik yazarları arasında Bedreddin’e rahmet dileyen tek kişi, Edirneli Oruç Beğ’dir ki, bu rahmet, Atsız’ın çevirisinde olmayıp, Necdet Öztürk’ün yakınlarda yayınladığı nüshada vardır. Oruç Beğ’den yaklaşık on yıl sonra aynı isimde bir eser kaleme alan Aşıkpaşazade de olayları ayrı ayrı anlatır, ama Bedreddin ile Börklüce arasında bir ittifak olması gerektiği yorumunu ekler; ‘illaki aralarında ittifak vardı’ der. Bu arada Aşıkpaşazade’nin, Anadolu’nun proto-Alevilerinden Baba İlyas’ın torun çocuğu olduğunu hatırlatayım" dediğinde, “Bunun ne önemi var?” diye soruyorum. Bulmacanın parçalarını birleştirmeye devam ediyor Bilal; bu bilgilerin Bedreddin’in Alevi ulularından biri olduğuna dair galat-ı meşhuru düzelttiğini söylüyor.
Dede Sultan Alevi miydi?
“Yeri gelmişken, Börklüce’nin de Alevi olduğuna ilişkin, belki Bedreddin’inkinden daha kuvvetli şekilde bir inanç olduğuna değinmeliyim. Bunda da Zülfü Livaneli’nin, bir Alevi deyişindeki ismi değiştirerek söylemesinin rolü olduğunu düşünüyorum. Sen de bilirsin, ‘Akdeniz yakası Aydın elleri / Kuşlar gider bizim Dede Sultan’a’ diye başlayan deyişteki Dede Sultan nedeniyle böyle bir bağlantı kuruluyor. Börklüce Mustafa’nın ‘Dede Sultan’ olduğunu, Dukas’ın anlatısından biliyoruz. Yalnız, Livaneli’nin okuduğu deyişin orijinalinde o isim Abdal Musa’dır. Sivaslı Alevi halk ozanı Feyzullah Çınar’ın, 70’lerin başında okuduğu plakta bu böyle geçer. Gerçi onun da son kıtası değiştirilerek zamana uydurulmuştur.”
Feyzullah Çınar (Fotoğraf: facebook.com/OzanFeyzullahCinar)
“Çünkü zaman, Bedreddin’in iyice ‘solcu’ yapıldığı zamandır. Orhan Asena’nın 60’ların sonunda yazdığı tiyatro oyunuyla, Nâzım’ın da ilerisine geçilmiş, yine 70’lerin başında Erol Toy’un ‘Azap Ortakları’ romanıyla iş iyiden iyiye tam bir komünist mitosa dönüştürülmüştü. Söz konusu plağın yapımcısı Zülfü Livaneli’dir. Aslen Veli Abdal, Kul Veli, Derviş Veli ya da Pir Veli adlarıyla bilinen 19. yüzyıl Sivaslı (İğdecik/Şarkışla) halk ozanına ait olan bu deyişin son kıtasındaki bazı sözcüklerin yerine, Şeyhoğlu Bedreddin Bektaşi Veli ve Dede Sultan ibareleri konulmuştur. Livaneli daha sonra, sanırım 70’lerin sonlarında kasete okuduğu bu deyişteki tüm ‘Abdal Musa’ları, ‘Dede Sultan’ olarak değiştirmiştir. Abdal Musa, Babai İsyanlarından sağ kurtulup etrafa dağılan proto-Alevi önderlerdendir. Abdal Musa adı, kamuoyunun gündemine Susurluk Kazası olarak bilinen ve tarihimize ‘Araştırmacı Kamyonculuk’ vakası olarak geçen olay nedeniyle gelmişti. 80 öncesi Ankara/Bahçelievler’de yedi Solcu üniversite öğrencisini katleden çetenin lideri Abdullah Çatlı’nın şoförlüğünü yaparken, onunla aynı trafik kazasında ölen İstanbul Emniyet Müdür Yardımcısı Hüseyin Kocadağ’ın üzerinde bulunan küçük bir poşet içeriğinin, önce uyuşturucu olabileceği açıklanmış, daha sonra ise Antalya’daki Abdal Musa türbesinden alınmış bir miktar toprak olduğu, Yavuz Top tarafından açıklanmıştı. ‘Dede Sultan’ ibaresine özel bir anlam yükleyen Alevi dostlarımız, buradan hareketle Börklüce’nin Alevi olduğuna inanırlar. Livaneli’nin bu ibareyi bir Alevi deyişine monte etmesi de bu inancı kuvvetlendirir.”
Zülfü Livaneli. (Fotoğraf: Günlerimiz albüm kapağından)
Bilal, oysa dede ibaresini en azından Dede Korkut’tan beri Türklerin kullandığını bildiğimizi söylüyor ve ekliyor, “Orta Asya şamanının Anadolu’ya gelindiğinde boy/aşiret liderine dönüştüğünü, Fransız Akademisyen Irène Mélikoff da çok önceden tespit etmişti. Selçuklunun da Osmanlının da Sünnileştiremediği konar-göçer Türkmen kitlelerinin önce Kızılbaş, ardından Alevi olarak tanımlanması, Börklüce’nin idamından yaklaşık seksen yıl sonra, II. Bayezid döneminden itibaren, tedricen gerçekleşmiştir.”
“Ahmet Yaşar Ocak’ın kendi doktora tezini özetleyerek Türkçeleştirdiği ve konu hakkında yayınlanmış tek eser olan Babailer İsyanı kitabından öğrendiğimize göre, vergi vermeyi reddettikleri için üzerlerine gönderilen Selçuklu birliklerini her defasında imha eden Amasya, Tokat, Çorum, belki Yozgat ve Sivas illerinin Türkmenleri, sonunda Selçukluyu yıkmak üzere 1239 yılında başkent Konya’ya doğru yürüyüşe geçerler. Daha önceki çarpışmalarda hep galibiyetle çıkan Babailerin ilahi bir koruması olduğuna inanan, dolayısıyla saldırmaktan çekinen Selçuklu askerlerinin ön saflarına, o sıralarda Kudüs’ü Müslümanların elinden almaya giden Frank ordusundan kiralanan zırhlı askerler yerleştirilir. Kırşehir’in Malya Ovası’nda durdurularak katledilen Babailerden arta kalanlar, oradan kaçarak Anadolu’nun dört bir yanına dağılırlar. İşte bu Aşıkpaşazade, Baba İlyas’ın torunu Aşık Paşa’nın oğludur. Adı aslında Derviş Ahmed’dir ama babasına nispeti olan Aşıkpaşazade’yle tanınır. Bedreddin’i Nâzım’dan başka savunan belki de ilk kişi olan Bezmi Nusret Kaygusuz, Aşıkpaşazade’ye Bedreddin hakkında yazdığı kötü sözler nedeniyle sitem ederek, ceddi Baba İlyas’ın ruhunun incinmiş olabileceğini yazmıştır. Bezmi Nusret, Girit göçmeni bir Bektaşi olup, Yunan işgali sırasında Alaşehir kaymakamıdır. Bedreddin’i sahiplenen kitabını, 1957 yılında yayınlamıştır. Bu tarih önemlidir, zira 1947 yılında İsmail Hakkı Uzunçarşılı, yazdığı Osmanlı Tarihi’nin birinci cildinde Bedreddin’in Alevi olduğunu yazar. Bundan üç yıl sonra, 1950’nin sonu ve 1951’in başında yayınlanan iki ayrı dergide Bedreddin’e saldırı başlar. Art arda beş sayıda devam eden bu yazılarda, Bedreddin’in komünist ve Stalin’in şeyhi olduğu için, henüz defnedilmemiş kemiklerinin zaman geçirmeden yakılması istenir. Bezmi Nusret’in kitabı, bu anlamda bir cesaret örneğidir ama, o da Şerefeddin Efendi’nin risalesinde yazdıklarına inanmıştır.”
Bedreddin’in Bektaşiliği ve tarikat şeyhliği
Bedreddin’in Bektaşiliğinin nereden geldiğini merak ediyorum, bir de niye Şeyh diye anıldığını. Bektaşiliği Bedreddin’e yakıştıranın, darülfünun kelam müderrisi Şerefeddin Efendi olduğunu söylüyor Bilal. “Bedri Noyan, kitabında bu konuya da açıklık getiriyor ki, kendisi de bir Bektaşi dedebabasıdır ve kaybettiğimiz 1997 yılına kadar Amuca Kabilesi’nin inanç önderidir. 93 Harbi olarak bilinen 1877-78 Osmanlı-Rus savaşı öncesinde, kabilenin o zamanki mürşidi Ulu Ahmet Abdal Baba İstanbul’a taşınıyor ve Rumeli Hisarı Dergahı’na konuk oluyor. Trakya ve sınır ötesindeki illerde, Arnavutluk’tan Macaristan’a kadar, Bektaşilik 1300’lerin başlarından beri, Babailerin katledildiği Malya Savaşı’ndan sağ kalarak etrafa dağılanlar üzerinden yaygın olarak var ama, Amuca Kabilesi’nin onlarla bir alışverişi yok. Zamanın mürşidinin İstanbul’a gelip bir Bektaşi dergahına konuk olmasıyla bir temas kurulmuş oluyor. Uzun sohbetlerden sonra, aralarında pek de bir fark olmadığını anlıyorlar. Zira Bektaşilik de Bedreddin’in asıldığı zamandan kısa bir süre önce Sünni İslam’la temasını kesmişti. Orta Asya Türkmen gelenekleriyle halk İslamını bir şekilde harmanlayarak syncretik bir inanç oluşturan Bektaşiler gibi Amuca Kabilesi de syncretik bir inanca sahiptir. Kabilenin mürşidi böylece Rumeli Hisarı Dergahı’nın mürşidi Nafi Baba’ya intisap ederek ondan babalık icazeti alıyor. Bazı tarihçilerin Bedreddiniler diyerek tarikat göstermeye çalıştıkları Amuca taifesi budur. Yani Bedreddin kabilesinin Bektaşiliğe geçişi, kendisinin vefatından beş yüz yıl sonra gerçekleşmiştir. Büyük bir Sünni İslam fakihi olarak yetişen Bedreddin’in, kendi kabilesini Sünni İslam dairesine geçirmeye fırsat ve zaman bulamadan katledildiğini anlıyoruz. Amucalılar böylece, Ahmet Yaşar Ocak’ın deyimiyle, dairenin dışında kalmışlardır.”
Tarikat kurmayan birinin neden Şeyh diye anıldığını soruyorum Bilal’e. “Mısır’dan geliyor” diyor, “Fatımilerin Kahire’de kurduğu El-Ezher Camisi, dönemin üniversitesidir. İslam aleminde dini ilimler konusunda yüksek tahsil yapmak isteyenlerin gideceği son seviye eğitim kurumu, o camidir. Cami aslında Arapçada üniversite demek. Bizim cami dediğimiz yapıya Araplar mescid diyor. Bedreddin’in Mısır’daki hayatı hakkındaki bilgileri, torunu Hafız Halil’in yazdığı Menakıbname’den öğreniyoruz. Hafız Halil’in anlatısına göre, Bedreddin de Anadolu’daki eğitimini tamamladığını düşününce, Mısır’a gitmek istiyor. Orada bir süre sonra Memluk Sultanı Berkuk’un sarayında ilmi bir tartışma toplantısına katılıyor ve Berkuk’un dikkatini çekiyor; oğlu Ferec’e hoca yapıyor. Bu vesileyle Hüseyin Ahlati ile tanışıyor. Berkuk, sarayındaki cariyelerden ikiz kızları bunlarla evlendiriyor. Derken Bedreddin bacanağı Ahlati’den etkilenmeye başlıyor ve ardından ona intisap ediyor. Ahlati’nin bir dergahı var. Bir yerde dergah olunca, doğal olarak orada bir toplanma başlıyor. Bir şeyh, müritler ve dergah bir araya geldiğinde, ortaya bir tarikat çıkıyor. Tarikatın liderine de şeyh demeye başlıyorlar. Aynı zamanda bir hekim, filozof, kimyacı ve lacivert taşı (lapis) tüccarı olan Şeyh Ahlati, çok değer verilen bir mutasavvıf. Çok etkili biri olduğu söyleniyor. Ahlati sağlığında Bedreddin’i halife tayin ediyor. Ölünce de yerine Bedreddin şeyh oluyor. Altı ay kadar bir süre geçmişken, Bedreddin’in şeyhliğine diğer halifelerin itirazı başlıyor. Bedreddin bu gerilime dayanamayarak, Kahire’yi terk edip Anadolu’ya dönüyor.”
"Bizde biliyorsun, bir kere bakanlık, müdürlük, başkanlık, şeflik yapmış kişiye, çevresindeki kişilerin ona ömür boyu aynı unvanla hitap etmesi adettendir. Bedreddin’in şeyhliği denilen olay bu kadar. Küçük bir tekkedeki müritleri örgütleyip sevk ve idare etme kabiliyetinden yoksun Bedreddin’in (çünkü onun yeteneği böyle katakulli işlerde değil), Anadolu’da halk isyanı örgütleyebileceğini düşünenler olabiliyor. Israrla onun bir inanç önderi, mutasavvıf, tarikat şeyhi olduğunu iddia edenler var. Bedreddin’in kendi görüşlerini yazdığı bilinen bir tasavvuf eseri yok. Michel Balivet, böyle bir kitabın bugüne kadar ortaya çıkmamasının, Bedreddin tarikatının son derece gizli örgütlendiğinin kanıtı sayar.” Bu noktada Bilal gülerek sözü günümüze taşıyor, “Bu bizim son dönem savcılarımızın iddianamelerine benziyor. Hakkında gizli örgütten iddianame düzenledikleri sanığın aleyhinde dava dosyasına bir kanıt koyamamış savcıların, mahkemeden, kanıt bulunamamasının bizatihi kendisinin kanıt sayılmasını talep ettiklerini, gazetelerden okuyoruz. Güya o kadar çok gizli örgütlenmişler ki, bunu kanıtlayacak delil bütün çabalara rağmen bulunamıyormuş.” Böyle bir mantık yürütmenin hukukta geçerli olmadığı gibi tarih metodolojisinde de geçerli olmadığının altını çiziyor Bilal. “Bedreddiniler denilen taifenin aslında kimler olduğunu biraz önce anlatmıştım. Edirne’ye döndüğünde bir tarikat kurduğuna dair herhangi bir kayıt yok ama, mesela Dukas’ın Börklüce ve taraftarları için kullandığı Στυλάριοι (Stilarionlular) kelimesini başlarda bahsettiğim çevirmen Karaburun’daki tarikatçılar diye çevirmiş (Karaburun Yarımadası’nın Yunancadaki adı Stilarion’dur). Çünkü çevirmenimiz bunların tarikatçı olduğuna dair önceden koşullanmış. Kendince okura kolaylık yapıyor. Bunu okuyan kişi, bunun çevirmenin bir katkısı olduğunu fark edemeyecek ve Bedreddin’in Karaburun’da bir tarikatın şeyhi olduğunu öğrenmiş (!) olacak. Etrafta ‘Bedreddin tarikat kurmuş’ diye bilgiçlik taslayacak, ‘Hayır, kurmadı’ diyenlere de ‘Sen Dukas’tan iyi mi biliyorsun, adam yazmış işte kurduğunu’ diyecek. Bu vesileyle buradan senin aracılığınla çevirmenlere seslenmek isterim. Bilimsel, akademik, mesleki, teknik kitapları çevirirken, sizin ilgili meslekte formasyonunuz yoksa, okura kolaylık olsun diye herhangi bir sözcüğe kafanızdan anlam eklemeyin. Çevirdiğiniz kitabın okuyucusu zaten o meslekten biridir ve açıklamanıza ihtiyacı yoktur; ihtiyacı varsa da onu giderebileceği güvenilir kaynakları vardır. Eklediğiniz fazla sözcük, o kitaptan yararlanacak kişinin meslekten biri olmaması halinde, başına ciddi sorunlar açabilir. En azından birileri ona, ‘bunu nerenden uydurdun’ diye çıkışabilir. Yapmayın.”
Börklüce Mustafa, Bedreddin’in müridi miydi?
Olayın gittikçe açıklık kazandığına inanıyorum, sonraki kronikleri merak ediyorum. “Saydığım üç kronikten sonra yazılmış olan iki tane anonim kronik var ama asıl önemlisi, 1493 yılında Neşri’nin yazdığı Cihannumâ” diyor Bilal, “Kendisinden önceki zamanın olaylarını önceden yazılmış kronikleri okuyarak aktardığı sanılan Neşri’nin önemi, Aşıkpaşazade Bedreddin-Börklüce ittifakından tahminen bahsetmişken, Börklüce’nin Bedreddin’in müridi olduğunu yazan ilk kişi olmasıdır. Yazarı belli olmadığı için Anonim Kronik olarak anılan eserlerde ise Bedreddin’in Börklüce için ‘benim hizmetkarımdır’ dediği, ayrıca, ‘huruc etmekle hata etti’ dediği anlatılır. 1506’da İdris-i Bitlisi’nin olayı daha da abartmasından sonra yazılan neredeyse tüm kroniklerde artık Bedreddin Batıni, Börklüce ve Torlak Kemal ise onun mürididir. Biraz önce anlattığım gibi, Bedreddin sırasıyla Batıni, komünist, Bektaşi ve son olarak Alevi yapılmıştır. Oysa bunlardan hiçbiri değildir.”
Börklüce Mustafa Karaburun dağlarında. Desen: Kemal Gökhan-ai
“Peki” diyorum, “öyleyse bunu niçin yapıyorlar? Çarpıtmakla ellerine ne geçiyor?” Bunun üzerine Bilal, ilginç bir tarihsel gerçeğin altını çiziyor, “Bu kitapları yazanlar, kitabı ithaf ettikleri padişah ya da yüksek bir devlet görevlisine ithaf ederek, karşılığında ciddi bir bahşiş alırlar; dolayısıyla ithaf ettikleri kişiye ve sülalesine övgüde ve düşmanlarına kötü söz söylemede ölçüyü çoğu zaman abartırlar. Ayrıca kitap yazmış biri olarak, bunu, devlette düzenli bir gelir elde edebilecekleri mansıp peşinde koşmanın vesilesi yaparlar. Arap halifeler döneminde yazılmış tarih kitaplarında bile dönemin halifesinin adının geçtiği yerde parantez açarak ona dualar ederler. Rakip ya da düşmanlarının adının geçtiği yerde ise parantezin içine bu kez en hafifi “Allah onun belasını versin” olan beddualar yazarlar. Bu antikçağdan beri böyledir. Kitabını hiç kimseye ithaf etmeden ve hiçbir kral, despot, tiranı övmeden ve kimseye lanet etmeden yazdığı ve karşılığında kimseden para almadığı için Herodotos’a ‘tarihçiliğin babası’ diyoruz. Yoksa ondan önce de tarih yazan ve adına Logografos denilen kişiler vardı. İşin başka bir boyutu ise hanedana yaranma çabasıdır. Büyük bir fakih olarak İslam hukuku alanında eserler telif etmiş bir alim olan Bedreddin’in idam edilmesinin, Osmanoğulları için halk nezdinde büyük bir günah olarak görüldüğü anlaşılıyor. O yüzden tahta çıkan her padişah, atalarının işlediği bu günahın ağırlığı altında, bu türden çarpıtma kitap yazımını destekleyerek teşvik etmişlerdir. En son Namık Kemal bile sürgünde yazdığı Osmanlı Tarihi kitabını sadrazama göndererek, affının sağlanmasını talep etmiştir. Bedreddin’in idam edilmesinin doğru olduğunu yazan Namık Kemal, o çaptaki kişinin sultan olması durumunda, ağzından çıkacak her sözün din kabul edileceğini, kimsenin itiraz edemeyeceğini, çünkü onu aşabilecek din bilgisine sahip başka bir kişinin bulunmadığını ileri sürerek, onun idam edilmesiyle memleketin ve milletin böyle bir istibdat rejimi altına girme tehlikesinin bertaraf edildiğini yazar.”
Bilal’e bu kez “Bedreddin’in bu kadar önemsenmiş olduğunu söylemekle biraz abartmış olmuyor musun?” diye soruyorum; sonuçta o bir memur, karşısında ise koskoca padişahlar var. “Öyle değil işte” diyor Bilal, “Bir kere Bedreddin, Selçuklu hanedan soyundan gelen, Mehmed Çelebi’nin büyük dedesi Orhan’ın arkadaşı ve de Simavna’yı fethetmiş gazilerin lideri, yani Simavna Kadısı Gazi İsrail’in oğlu. Osman’ın Selçuklu’ya yaptığını Gazi İsrail bu kez Orhan’a yapmış olsaydı, yani fethettiği yerde beyliğini ilan edip, hutbeyi adına okutsaydı, belki de Osmanoğulları yerine İsrailoğulları devleti kurulurdu. Osmanlı hanedanının menşeini, onların tarihine ömrünü vermiş Halil İnalcık bile bulamadı. Yani, hiç sevmediğimiz halde bir ‘soyluluk’ sıralaması yaparsak, Osman’ın horantası, Selçuklu soylusu Bedreddin’in yanında nevzuhur bir aile sayılır. Antik Roma’da bunlara Homo Novus deniyordu. Nitekim Osmanlılar, özellikle Tatarlar karşısında duydukları aşağılık kompleksini, II. Murad zamanında Yazıcızade Ali’ye yazdırdıkları Tevarih-i Al-i Selçuk’ta bastırmaya çalışmışlardır. Ali bu kitabında Türklerin kökenini neredeyse Allah’a kadar yaklaştırıp, Osmanoğullarını da Kayı boyuna dahil eder. İnalcık Hoca bunu mesnetsiz bulur. Bedreddin’in Osmanlılar tarafından ortadan kaldırılmasına, bu açıdan da bakmak gerekir.”
- YARIN:
- Börklüce, Torlak ve Bedreddin olayları birbiriyle bağlantılı mı?
- Torlaklar ve Torlak Kemal kimdi?
1. Altı yüz yıllık saptırma, seksen yıllık yanılgı: Şeyh Bedreddin olayının içyüzü (1) | Şeyh Bedreddin olayı bildiğimiz gibi olmayabilir mi? |
5 BÖLÜM SÜREN SÖYLEŞİNİN TAMAMININ YER ALDIĞI PDF DOSYASI İÇİN TIKLAYIN. |
Ümit Kartoğlu kimdir? Ümit Kartoğlu 1981 yılında Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi'nden mezun oldu, aynı üniversiteden Halk Sağlığı uzmanlığını 1984 yılında aldı. Türkiye'de sağlık sisteminde her kademede çalıştı. 1993 yılında Halk Sağlığı alanında doçentliğini aldı. 1988-1990 yılları arasında Türk Tabipleri Birliği Merkez Konseyi üyeliği yaptı. İstanbul Üniversitesi Çocuk Sağlığı Enstitüsü'ndeki üç yıl görevden sonra, 1994'te ülkeden ayrılarak UNICEF'te sağlık danışmanı olarak göreve başladı. 2000-2001 yıllarında Güney Sudan'daki savaş sırasında uluslararası kuruluşların sağlık çalışmalarını koordine etmekle yükümlü Operation LifeLine Sudan'da Sağlık Koordinatörlüğü'ne getirildi. 2001-2018 yılları arasında Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) Cenevre Genel Merkezi'nde aşı kalitesi ile ilgili danışman olarak görev yaptı. Şimdi Extensio et Progressio danışmanlık şirketinin kurucusu ve CEO'su olarak görev yapıyor. Kartoğlu 1974 yılından bu yana karikatür çiziyor, kişisel sergileri dışında Ohannes Şaşkal ile birlikte birçok ortak sergi açtı, ilk ortak sergileri Ankara ve İstanbul’da 1980’de Burhan Solukçu’nun anısına açtıkları K-ÖMÜR, son sergileri ise 2008’de Hrant Dink’in anısına Paris’te açtıkları Le Chiendent (Ayrıkotu) oldu. İlk karikatür kitabı ZAMAN ZAMAN Karakare yayınlarından 1986 yılında yayınlandı. 1980 darbesiyle Darwin’in biyoloji kitaplarından çıkartılması üzerine İldeniz Kurtulan’la birlikte “yoksun bırakılanlar” için DARWİN ve EVRİM KURAMI kitabını yazıp çizdi. Nihat Behram gurbetteyken şiirlerini karikatür kartpostalları olarak yayınladı. Dr. Kartoğlu'nun yayımlanmış birçok bilimsel çalışması ve kitapları bulunuyor (Bu kitapların hepsi Kartoğlu'nun web sitesinden PDF ve ePUB3 olarak ücretsiz olarak indirilebiliyor). Dr. Kartoğlu 2011 ve 2013 yıllarında yaptığı bilimsel çalışmalar nedeniyle iki kez Ludwig Rajhman Halk Sağlığı Ödülü'ne değer bulundu. http://kartoglu.ch/ |