Ümit İnatçı

06 Ağustos 2015

Sanat ve felsefe üzerine

Felsefe sorunu dille çözmeye çalışır ama dile getirilemeyenin de bir gerçeklik olduğunu bize kanıksatan sanatın kendisidir

Sanat ve felsefe ilişkisinin kesin sınırlarını belirlemek için gösterilen çabalar sanırım boşunadır. Sanat tarihinin en dip zamanlarından büyük uygarlıklar dönemine kadar mistik işlev ve salt güzellik nosyonu arasında vücut bulan “sanat” ürünleri elbette ki günümüzde kullandığımız anlamların dışında bir dil yapısına sahipti. Ruhsal ve fiziksel açıdan iyileştirme, ilkel ayin, tılsım, büyü ve daha sonraları teokratik, otokratik ve hierokratik iktidar pekiştirmelerinin plastik öğeleri olarak karşımıza çıkan sanatın “güzellik” kapsamına evirilen bir insan uğraşı olarak ele alınması Rönesans’la başlar, empresyonizmle, ekspresyonizmle kırılma noktası yaşar ve Dadaizm’le son bulana kadar devam eder.

Sanatın düşünsel ve sezgisel boyutta bir entelektüel ürün olarak algılanmasına gelene kadar yansıtmacı ve yaratıclık kavramlarının dolayımlarında ele alınması elbette ki felsefenin öncelikli uğraşlarındandı. Bunun nedeni de sanata etik ve bilimsel açıdan yön vermeye çalışmaktı... Neoklasik sanat anlayışına karşı duran Romantizm ve daha sonraları Realizm’le tikel sanat anlayışı döneminden çoğulcu bir sanat ortamına geçişin sağlandığı 19’uncu Yüzyıl sonlarında sanatın felsefeyle olan ilişkisi daha da bir ivme kazanır.

Sanatın gerçekliğinin gündelik yaşamın gerçekliğinden ayrışmış – özerkleşmiş olma durumuna gelmesini sağlayan modern eğilimlerin 20’nci Yüzyılın ortalarında daha eklektik olan bir “Post-modern” yapıya meyil vermesi, geleneksel anlamda sanatın gerekirliğini sorgular hale geldi. Bu Neo Dadaist inkarcı eğilimler ve postmoderniteye  kuşkuyla bakan sanat anlayışları hali hazırda çatışkı halinde olmayı sürdürüyorlar…

Tüm bunlar elbette ki felsefenin, daha doğrusu sanata felsefeden bakan düşünürlerin eğlenceli arayışlarının ürünüdür. Klasik sanattan günümüze önemini koruyan “trajik”in, sanatı yaşama odaklayan bir yaşam gerçekliği olarak algılanması yerine sadece bir sürecin detayına dönüşmesi karşıtlıklar çatışkısının ortadan kalkmasını sağladı. “Trajik, en başta, yüksek olumlu değer taşıyıcıları arasında hüküm süren bir çatışmadır” diyordu Scheler. Bu çatışmanın ortadan kalkması elbette ki sanatın sosyolojik bir etken olarak rol üstlenmesinin önünü aldı. Nietzsche de Trajedinin bir üstün yaşama biçimi olduğunu ve sanatla yaşam arasında bir ayrım olmadığını dile getiriyordu.

Bir başka düşünür Marcuse, sanatın oyunla bir tutulması üzerine düşünür. Marcuse estetiğin devrimci niteliğine vurgu yapar: “Estetik kültür, algı ve duygu kipinde bütünsel bir devrimi gerektirir ve böyle bir devrim ancak uygarlık en yüksek fiziksel ve zihinsel olgunluğa ulaştığı zaman olanaklı olur” (Eros ve Uygarlık). Öyle görünüyor ki günümüzdeki tek tipleşme ve tikel gerçeklik dayatmaları böylesi bir estetik kültür anlayışını köreltmiştir.

Kültür ve sanatın metalaşması, sanat eserlerinin bir sosyal aktivite aksesuarına dönüşmesi, sanatçıların da yapıtın nesnel ve öznel dayanaklarını aşan entelektüel argümanlarla yapıtı bir aşırı yorum nesnesine dönüştürmesi günümüz sanatının çıkmazları arasında… Şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki, felsefenin sanatı kavrama çabası olma yerine daha fazla sanata biçim verme çabasına dönüşmesi sanat ve felsefe arasındaki ilişkiyi sağlıksız bir birliktelik ortamına sürüklemiştir. Elbette ki sanatın felsefeden ayrı tutulması boşuna bir çabadır; işin doğasına aykırıdır… Ancak, felsefenin sanatı tahakküm altına alan bir disipline dönüşmesi sanat yapıtını ve sanatçıyı metinlere görsellik kazandıran bir esnafa dönüştürür… Felsefenin olgular üzerinden ulaşmaya çalıştığı gerçeklik sanat için sadece bir özümseme işidir. Felsefe sorunu dille çözmeye çalışır ama dile getirilemeyenin de bir gerçeklik olduğunu bize kanıksatan sanatın kendisidir.