Kıbrıs havalarını Cenevre’ye taşıdık. Artık orada herkesi havaya sokarız. Ya da havamız bozulur ve bin birinci hayal kırıklığıyla memlekete döneriz; galiba ikincisi olacak. Sadece orada değil Türkiye ve Kıbrıs’ta da beyin fırtınaları etrafı götürüyor. Türkiye’de yandaş bir televizyon kanalında bilgiç bilgiç Kıbrıs tartışılıyor; Kiprianu ve Denktaş’ın yan yana olduğu fotoğraf ekrana gelince ‘‘işte liderlerimiz Dr. Küçük ve Denktaş’’ diye galeyana geliyor bir konuşmacı. Nasıl da Kıbrıs tarihini bilmeden, aktörleri tanımadan öylece yayıla bayıla konuşabiliyorlar televizyonlarda(?) hayret doğrusu. Diğer yandan İlker Başbuğ bir söyleşisinde garanti anlaşmalarının Denktaş’ın eseri olduğunu öne sürerek o konuda taviz verilemeyeceğini dile getiriyor. Birileri ona söylemeli ki 1959-60 yıllarında bu meseleler konuşulurken lider Dr. Küçük’tü ve Denktaş o aralar o konularda söz sahibi olacak bir konumda değildi.
Ortalığı bir ‘‘temkinli iyimserlik’’tir götürüyor. Herkes ‘‘makul çözüm’’ün peşinde. Onca mantıksızlık ve gerçeküstü akıl salınmaları yarım asırdır irademizi kuşatmışken şimdi neyin mantıklı ve neyin mantıksız olduğu tartışılıyor. Mesela birileri görüşme ortamına tazyik olsun diye bir ‘‘B Planı’’ ortaya atmış şimdi herkes onu tartışıyor. Barış için umuda yatmaktan şakağı nasır tutmuş çözüm yanlıları bunun mantıksız olduğunu öne sürerek böyle bir planın karşılık bulamayacağından bahsediyor. Neymiş bu B Planı? Bir olasılık olarak Kıbrıs’ın kuzeyinin Türkiye’ye ilhak edilmesi. İyi de zaten fiili durum bu değil mi? Evet belki yasallaşması bu aşamada sakıncalı gibi görülebilir ancak bunu zamana yayarak gerçekleştirmek hiç de akıl dışı değil. Türkiye 74’den bu yana birkaç kez (özellikle 1984’de) BM Güvenlik Konseyi kararlarıyla işgalci olarak tanımlanmış ve adadan askerini çekmesi konusunda uyarılmış olduğu halde, hiçbir kararı takmayarak adadaki egemenliğini sürdürmeye devam etmiştir. Bir anlaşma olmazsa bunun böyle devam etmesini kim engelleyecek? Türkiye’nin bir alt yönetimi olarak uluslararası hukuk literatüründe yerini almış KKTC zaten bir vilayet olarak yaşatılmıyor mu? KKTC’yi yöneten Elçilik değil mi? TC Hükümeti’nin Kıbrıs’tan sorumlu bakanı yok mu? Önümüzde yaşayan bir müstemleke örneği varken bunu inkar etmek ne işe yarar? Durum apaçık böyleyken bunu dile getirmek niye sakıncalı oluyor?
O mantıksız, bu akıl dışı diye diye ne kadar akla uygun olmayan şey varsa onu yaşadık durduk bu lanetli adada; hem de mantıklı ve akla uygun kabul edilerek. Mantıksız olanın aslında Avrupa Birliği’nde yer alacak olan bir federal devletin AB üyeliği olmayan bir devlet tarafından garantör olarak kabul görmesidir. Yine tekrarlıyorum ama Türkiye’nin umduğu bir garanti anlaşması üzerinden Kıbrıs sorununa çözüm aramak aslında çözüm aramamak anlamına gelir. Çünkü hiçbir zaman Rumlardan böyle bir tasarıya destek çıkmaz. Bizlerin tek derdi Rumları savaşta yenik düşen taraf olarak bir kez daha masada ezmek. El konulan topraklarını iade etmede cimrilik yaparak, hem toprakta hem de yönetim paylaşımında mümkün olanın üzerinde hak isteyerek bir yere varılacağı yok. Örneğin Güzelyurt iade edilecek topraklar arsında yoksa görüşmelerin hiç bir anlamı yok. Dolaşım, yerleşme ve mülkiyet edinme konularında AB normlarının dışında bir yaptırım söz konusu olacaksa Rumlar böyle bir çözüme asla yaklaşmazlar. Bizim için ise dönüşümlü başkanlık önemli; çünkü karşılıklı güvenin sınanacağı tek ölçü bu. İşte bu yüzden karamsarlığım devam ediyor.
Kıbrıslılar özgüvenlerini kazanmadıkça ve Kıbrıs’ı bölüşmek için değil de ortaklaşmak için bir anlaşmaya kilitlenmedikçe çözüm falan yok. Anlaşma masasında bir taslak çıksa dahi bu şekliyle referandumda destek bulmasına imkan yok. İşte bu yüzden artık kendi kendimizi aldatmaktan vazgeçelim ve neyle karşı karşıya olduğumuzu görelim.
Türkiye Ortadoğu’da aktör olmaya soyunmuşken istediğini almadan o masayı rahat bırakmaz. Hele ona muhtaç olduğunu söylersen hiç bırakmaz. Birilerine muhtaç olduğunu hissettirerek özgür kalmaya çalışmak işin tabiatına aykırıdır. Tıpkı Amerika ile Türkiye ilişkilerinde olduğu gibi... İsrail, Rusya ve Türkiye’nin Kıbrıs’ta bulunan gazla ilgili planları var; İngiliz’in Amerika’nın zaten stratejik olarak var. Şimdilerde kozların paylaşıldığı bu hararetli Ortadoğu ortamında Kıbrıslıların rahat bırakılacağı düşünülürse biraz enayilik olur. İşte bu yüzden radikal davranıp, Rumlar da biz de anavatanlarından kopacak kadar cesur davranabilirsek ancak o zaman yeni bir perspektife imkan vermiş oluruz. Gerisi yavru kalmaya devam... Yavruların özgür olduğu da hiç görülmemiştir. Çelişki de burada ya...
İşte bu nedenlerden dolayı ille de Akıncı’nın direttiği gibi anavatanlı ve garantörlü bir beşli zirveye hiç gerek yoktu. Eğer anlaşamazsanız ve birbirinize güven duymuyorsanız zaten anlaşma zemini yok demektir. Vukuatlı garantörlerin senin içine sindirebileceğin bir anlaşma yapması imkansız. İngiltere toplumlar arasındaki ayrışmayı körükleyen, onları birbirine kırdıran, Yunanistan darbe yapan, EOKA B mensuplarıyla bir olup ilerici Rumları katleden, Türkiye de adaya ‘‘müdahale’’ adı altında gelip ordusunu ve nüfusunu yerleştirerek savaş suçu işleyen ülkeler olarak tarihte sahne almışlar (keşke Türkiye gerçekten bir garantör gibi davranıp tüm Kıbrıs’ı etkisi altına alarak Kıbrıs Cumhuriyeti’nin restore edilmesine öncülük yapabilseydi). Şimdi bunların yardımıyla anlaşma yapmaya çalışıyoruz... İşler epeyce karışık...
Şimdi birileri diyecek ki küçük toplumların kaderi bu; egemenlerin siyasi emelleri altında ezilmeye mahkumdurlar. Aslında şunu söylemek en doğrusu; emperyalizm yeryüzünden yok olmadıkça insanlığa rahat yok. Barış hep umudun nesnesi olamaya devam edecek. İnsani değerler üzerinden değil de milliyetçilik, ümmetçilik ve etnik bencillik üzerinden ontolojik kaygılarla var kalmaya çalışmak insanlığın en büyük kusurudur. Savaşların da terörizmin de kökünde yatan hastalık budur... İyileşmek lazım... Arınarak iyileşmek... Tıpkı bir dervişin o kusursuz döngüsünde olduğu gibi...