‘‘Sıkıntı düşünmeyle bağlantılıdır ve düşünme dünyayı gözden kaybetme eğilimi gösterir’’ diyor Svendsen Sıkıntının Felsefesi adlı kitabında... Çok ikircikli bir anlamı içeriyor bu tümce. Evet, sıkıntı ve düşünme, kılgı ve neden arasındaki bağı paradoksal bir şekilde pekiştiriyor. Peki, nasıl oluyor da sıkılmak düşünmeye neden oluyorken aynı zamanda dünyayı gözden kaybetme eğilimi gösteriyor? Dünyayı gözden kaybetmek, hakikat kaybı anlamına denk düşen bir uyarıyı mı içeriyor? Biz neden sıkılıyoruz ve neden sıkıntıdan düşünmeye vuruyoruz kendimizi? Ve neden düşündükçe dünyayı kaybetme eğilimi gibi bir zihinsel sürece aktarılıyoruz?
Çevremizde olagelen her neyse dünyanın ta kendisiyse ve eğer sıkıntıya sebep olan da böyle bir fenomense, öznel olarak yeni bir gerçekliğin inşa edilmesi durumunda ‘‘sıkıntı hali’’ inşacı bir işlev üstlenebilir. Ama meseleyi tersten alırsak; düşünmenin sıkıntı yarattığından yola çıkarsak (çünkü Svendsen’in tümcesinde böyle ikircikli bir anlam vardır) ve aslında kaygıdan kaynaklanan bir düşünme halinden bahsedersek durum değişebilir. Bu durumda düşünmeden doğan sıkıntı yüzünden ortaya çıkan ‘‘dünyayı gözden kaybetme eğilimi’’nden bahsedebiliriz.
Peki, kaygı bunun neresinde? Kierkegaard ‘‘kaygı, düş gören tinin nitelik kazanmasıdır’’ diyor Kaygı Kavramı adlı kitabında ve ekliyor: ‘‘Kaygı, hem pay almak istediğimiz hem de karşısında durduğumuz bir ‘pathos’tur’’. İnsanın sıkıntıya düşmesi ve bu sıkıntının düşünmesine neden olması ya da düşünmesinin bir sıkıntıya neden olması kaygı kavramından yoksun olamazdı elbette. O zaman kaygı, sıkıntı ve düşünme üçlemesi üzerinden bir başka sorunsala doğru açılabiliriz. O da dünyayı gözden kaybetme değil, yani gerçeklik duygusunun yitirilmesi değil, gerçekliğin yeniden tinsel bağlamda inşa etme sorunsalıdır. Kaygı, düş gören tinin nitelik kazanmasıysa ve sıkıntı-düşünme arasındaki ilişki bir ‘içe dönüş’e evirilebiliyorsa –dünyayı gözden kaybetmeme adına– dışa çıkmanın yollarını bulmak kaçınılmaz olur artık.
Sanatın düşünme niteliğinde ortaya koyduğu eylem biçimi bir ‘‘ileriye gitme cesareti’’ olarak karşımıza çıkıyor. Her ne kadar sanat içe kapanmanın ürettiği bir monoloğun dışa aktarılma olanaklarını sunuyor olsa da her zaman bir eksik kalma durumu söz konusudur. Eksik kalma, sıkıntının sürekliliğine ve sıkıntının bir hamle enerjisine dönüşmesine neden olduğundan her zaman için sanatın bir ‘tamama varma’ eğilimi içinde olduğunu görüyoruz. Bu arada Svendsen’ın ‘‘dünyayı gözden kaybetme eğilimi’’ diye bahsettiği şey gerçeklikle ilişkinin koparılma kaygısını içerdiği anlaşılıyor. Böyle bir kaygı yerinde bir kaygı mı, yoksa sanatın kendi gerçekliğini inşa etme adına gündelik yaşamı işaret eden ne varsa ondan kopmak mı lazım?
Kaygı, sıkıntı, düşünme gibi kavramların birbiri içine yürüyerek sarmal bir hal alması bir özgürleşme hamlesi olarak ‘dışarıya açılma’ ihtiyacını gündeme getiriyor. ‘Dışarıya açılma’nın karşıtı gibi görünen ‘içe kapanma’ durumu, tinsel ikircikliliği işaret eden ve açılma iştahını doğru besleyen bir durumdur. Bu da sıkıntı ve kaygı üzerinden gerçekleşir. İyi de, dünyayı gözden kaçırmama adına kendimizi gündelik yaşamın sınırları içine hapsetmeye yönelik bir savunma refleksi geliştirmek ne kadar doğru olur o zaman? İşte burada sanat, tinsel kirlerimizi temizleyebileceğimiz bir oyun olarak karşımıza çıkıyor. Gerçek özgürlüğün oynamaktan zevk almak olduğunu her anımızda sezinlesek de, çocuk olmayı unuttuğumuzdan ve yaşamımızı kurallarla kuşattığımızdan dolayı bu özgürlüğün tadına varamıyoruz. Oyun bu özgürlüğü bize teslim edecek tek olanağa dönüşüyor; bu da sanatın ta kendisidir. Evet bir homo faber (yapan insan) taşıyabilir içinde sanatçı, ancak bir homo ludens (oynayan insan) olmadan da trajik olanın üstesinden gelme yeteneğini geliştiremeyiz.
‘‘Oyun gündelik veya asıl hayat değildir. Oyun bu hayattan kaçarak kendine özgü eğilimleri olan geçici bir faaliyet alanına girme bahanesi sunar... Oyun Özgürlüktür’’ diyor Johan Huizinga Homo Ludens adlı kitabında. Toplumsal yaşamın egemenler tarafından nasıl şekillendirildiğini düşündüğümüzde sıkıntının ne kadar özerk davranılabileceğiyle bağlantılı olduğunu anlarız. İşte tam da burada sanatın bir oyun olarak geçici bir faaliyet alanı oluşturması ve dayatılan anın dışına sıçrayarak kendine özgü eğilimlerini ortaya koyması bir özgürleşme hamlesi olarak değer kazanabilir.
İçinde yaşadığımız şu zaman diliminde, vahşetin bir gösteri nesnesine dönüşmesi ve yaşanan trajik olayların bir adanma ve gereklilik üzerinden üretilmiş olması sanata olan gerekliliği bir kez daha hatırlatıyor. Sanat kendi oyununu kurgularken kutsal sayılan ‘göz önündeki dünya’nın düzenini askıya alma girişiminde bulunur. Bu girişim tinsel özgürleşmenin ta kendisidir. Kural koyucuların ciddiyeti zamanın tahakküm altına alınmasını ve insanın kendi varlığını kendine ait olmayan bir belleğe teslim etmesini getirir. Bu ciddiyete karşı bir kayıtsızlık eylemi olarak oyunun-sanatın devreye girmesi insanı kendi varlığından haz alma özgürlüğüne kavuşturabilir.
Sözünü bile etmek bir züldür ama aklımda kalacağına dilime vursun... Bir programa rastladım bir kanalda. İslam ve sanat konuşuluyor. Programın adı: Sözü Yormadan. Sözün yorulacak hali yoktu çünkü söylenilenlerin söz hali yoktu. Programı sunan Uğur Işılak; konuk ise Prof. Ahmet Atan. Attı tuttu refikim İslam Sanatı diye diye. Estetikten bahsetti ve Kandinski’yi bile İslam Estetiği’nin uygulayıcısı olarak gördüğünü söyledi; tuhaf, çok tuhaf... Şu her şeye İslamiyet’i giydirme çabasının altında yatan iktidara yaranma gayreti o kadar çok sırıtıyor ki... Tek tipleşmeye doğru tazyikli bir dürtüyle beslenen Türkiye halkının işi zor... Sanata el atma şekilleri ve yakın çevre oluşturma planlarıyla yaşamın tüm hallerine sızma eğilimi gösteren şu iktidar anlayışı Mussolini’nin Kara Gömlekliler rejimine çok benziyor. O kadar çok benziyor ki... Kullanılan dil şekli, akıl yürütme yordamı, kılık kıyafet, aksesuar, tavır ve sosyal normlar yaratmaya yönelik çabalar... Şimdi de estetik... Evet kaytarmak lazım, sanat kendi oyununu oynamalı ama sağlam oyuncular lazım; sanatçının sahiciliği de işte buralarda sınanır...