Ümit İnatçı

25 Ekim 2016

Çileci utkuyu sevmez

Özlediği tek şey: Cesaretine karşı duyulan saygıdır. Asla hayranlık değil!

Erdem ve etik... Kendini içerden kapayanların kullanılmayan şeyler çekmecesine attığı iki kavram. Bu hal, aslında tinsel özgürlük ve öznel ölüm arasında seçilmiş bir soluma şeklidir. Her şey sadece şey değildir. Şey-ötesi algı besleyen imge tasarımcıları için dünya sadece nesnelerden ibaret değil. Nesnelliğin idealize edildiği ve sadece bilimin gerçeklerinin yaşamı kolaylaştıran gereçler olarak algılandığı bir dünya, ağlamayı da gülmeyi de öfke duymayı da, sadece nesnel gerçekliklere ilişkin bir duyarlığa indirger. Öyle mi? peki nedendir tüm bu inanç uğruna adanmalar, can vermeler? Bir hiç’in çilesine katlanmanın ontik dürtüsü ne olabilir? Çoğu zaman, insanın kendi varoluş ideali karşısında kendini hiçe saydığı ölçüde belirgin bir varlık göstermesi daha kolay oluyor...

İnsanın kendini –kendi tarafından– hiçe sayması, başkası tarafından hiçe sayılma durumuyla benzeşmez. Kişinin kendini hiçe vurması somut bir benlik yetkesini gerektirir. Her şeyin parayla ölçüldüğü bu dünyada, kişinin  kendini “para etmez adam” yerine koyarak tüm anamalcı değerlere karşı alaycı bir tavır koyması erdemlilik isteyen bir durumdur ve üstelik tahammül edilmesi zor bir mahkumiyettir. Evet, erdemli olmak çile çekmektir.

Gerçek erdem kötüyü kavga etmeye değmez kılmakta yatar. İçinde yaşadığımız ne kadar aşağılık şey varsa sırf onları sürekli kınamak adına onlarla kurduğumuz aşırı duygusal ilgi, zihnimizi kronik bir nefret iltihaplanmasına açık tutar. Sonuçta istemediğimiz ne kadar pislik varsa bizim ayin nesnelerimize dönüşür. Bu durumda tüm akıl yürütmeler bir ilenme ayininden farksız kalır.

Erdem bir cesaret göstergesiyse eğer, bu ancak her türlü zafer iştahından arınmakla olur. Çünkü gerçek zafer insanın kendini kazanmasıdır; kendini ötekinden üstün kılması değil. Toplumun, “toplumsal görgü” efsanelerini iplemeyen böylesi bir “kişi” karşısında takınacağı tavır mutlaka dışlayıcılık olacaktır. Halbuki insanlığı kurtaracak olan tek özgürlük ideali, güçlülerin kurduğu yasalara karşı itaatsizlik bilincinin geliştirilmesidir. Erdem, “kişinin kendini aşma gücü” anlamına gelirse, tüm bağlanma olasılıklarından kurtularak yeni bir benlik açılımının adıdır da...

Etik, insanın kendi dokunulmazlıklarını yaratarak bir tür sezgi perhizine girmek anlamına mı gelir? Yapılan bildik etik tariflerinde öznenin toplumsal olanla arasında kurduğu ahlaki ve vicdani uygunluk ilişkisi vurgulanır. Etik aslında tüm görece yarar beklentilerinden arınarak fedakarlık ve ben-içincilik arasında bir denge kurar. Bireyin, bir adanma fedakarlığından sakınarak ve her türlü ortak uyumcu boyun eğmelere mesafe koyarak kendi duruşunu sergilemesi, sosyolojik anlamda steril bir yürekliliktir. Bu yürekliliğin insanca bir yaşamın gereği olduğu düşüncesi etik sözcüğünü karşılayıcı bir tarifin yerini tutabilir.

En büyük ahlaksızlık, aptalca üzerine yumulan genel geçer değerlere kişinin kendini feda etmesidir. Güçlüyü daha güçlü kılan “küçük insan” fedakarlıkları yüzünden, erdemli kişilerin karşı gelim girişimleri her zaman yenilgiye uğramış olabilir; önemli olan erdemin zaferi değil, erdemliliğin erişeceği saygınlık mertebesidir. Hiçbir çileci utkuyu sevmez... Özlediği tek şey: Cesaretine karşı duyulan saygıdır. Asla hayranlık değil!