Ümit İnatçı

07 Haziran 2015

Ateistin mevcudiyet sorunu ve sanat

Bir ateist-sanatçı olarak araştırmalarımın merkezinde hep ölüm ve inanç kültü var

"Ateistler için dini reddetmenin en zor yanlarından biri, kilise sanatından ve onun içerdiği görkemli güzellikten ve yüce duygudan vazgeçmek zorunda kalmaktır” diyerek, oldukça Avrupa merkezci bir saptamada bulunuyor Alain de Botton(1). Aslında buna misilleme desek daha yerinde olur. Çünkü sanat ve yüceltme arasındaki pekişmiş bağın Tanrısal yetkeye olan adanmayla hiçbir ilgisi yoktur. Daha doğrusu bir ateistin gerçek meselesi dinleri reddetmek değil, Tanrı’nın bir hakikat olarak parçası olduğumuz evrenin yerine konulmasıdır. Din, tinsel gereksinimden kaynaklanan arzu odaklanmalarını sosyal-politik kurallara bağlayarak Tanrı inancının araçsallaşmasını hedefler. Dinlerin bu yetke-merkezci yapısına karşı olup Tanrı’nın varlığını yadsımayan mistikler de var. Meseleye bu açıdan bakıldığında bir ateistin esas derdi –herhangi bir dini reddetmek değil– dinin kendi varlığını yasladığı “Tanrı Elindeliği”ne karşı kendi özerk düşünce yapısını savunmaktır. İşte bu sebeple Alain de Botton’un vurguladığı gibi ateistlerin din karşısındaki zafiyetlerine sanatın yüceliğini gerekçe gösteremeyiz. Nerde kaldı ki, din sadece kitaplı dinlerle kısıtlı değil.

Yine de inanç ve Tanrı meselesine sanattan başlamak ilginç bir tartışmanın önünü açabilir. Neden mi? Nedeni çok basit: Din ve büyü, bugün bilim ve sanat diye adlandırdığımız ve bin bir anlamla donattığımız kavramların arkeolojik adları sayılır da ondan. Sanat tarihi kapsamında ele aldığımız –zamansal, dönemsel eğilimlerini şekillerine ve işlevlerine göre ayrımsadığımız– nesnelerin birer ritüel, inanç nesnesi olduklarını unutmayalım. Tanrı’nın yüceliği ve tanrısal olanın yüceliği arasındaki imgesel örtüşme kilisenin bir icadı değil, ta Mısır firavunlarından kalma bir görkemlilik arayışıdır. Dikey yükselmeye dayalı Tanrısal görkemlilik arayışının Gotik Sanat’ın biçim anlayışla örtüşmesi bir rastlantı değildir. Bir üçgen modülüne dayanarak kütlesel yükselmenin önünü açan Mısır piramitlerindeki konstrüksiyon anlayışıdır. Tanrıların yüceliğine denk düşen anıtsal yapılar, insana inanç baskısı yapan ezici bir görkemliliğe sahip olmalıydı.

Rönesans’ın önünü açan Skolâstikler, sanattaki Bizans’tan kalma antroposantrik (insan merkezli) kurgunun yerine, yeniden klasik sanatın doğanın devinimini simgeleyen mitolojik betimlemelerle örülü düş dünyasına dönmeyi yeğlediler. Görkemlilik dikey değil yatay, fakat bir o kadar da masif bir etki odağına dönüşüyordu. Geniş duvarlar daha devasa resimlerle bezenebilirdi. Rönesans, Tanrı merkezci sanatı Panteist bir algının kapsamına taşıyordu. Tanrı ve tanrısal olan doğaüstü değil doğanın bir parçası olmaya başlamıştı. Tanrı insanı kendi suretinin bir yansıması olarak yarattığı için Tanrı da insan olarak tasvir ediliyordu. Melekler, Tanrı, Tanrı’nın oğlu İsa, merhamet ve şehvet duygularının ikircikli dünyasına aktarılıyordu. Meryem Ana ve Afrodit arasındaki bu benzeşme insana ait bir tahayyül yeteneğinin göstergesi değil miydi? Tanrı aslında sanatçıların düş dünyasına malzeme olan bir imgeden başka bir şey değildi. Asıl trajedi de burada yatıyor: İnsanın kendi yaratıcılığını bir tanımdan ibaret olan Tanrı’nın emrine vermesi… Doğru bir tümce kurmadım galiba; bu da yanlış! “Tanrının emrinde olmak” değil, ‘Tanrı inancını kendi yetkesinin varlığını besleme aracına dönüştürenlerin emrinde olmak’ desek daha doğru olur. Sanatçı için önemli olan yaratıcılığının takdir düzeyinde karşılık bulmasıydı; yaptığı işin ne kadar Tanrısal, Tanrı tapar ya da ateist olduğu kendini bağlıyor muydu(?) pek emin değilim.

Kısacası, dinsel kurumların kendi iktidarlarını tarih boyu ürettikleri estet değerlerle sağlama almaları ateistlerin çekince duyacakları bir durum arz ettiği konusunda pek ikna olmuş değilim. Çünkü bir ateist bilir ki, onlar insan aklının sınırsız algı yetilerine sahip olan sanatın var kıldığı güzelliklerdir. Sanat yapıtı bir yüceliğin eseri değil tam tersi yücelik sanatın eseridir. Peki, bir ateistin bu durumda kiliseyi ya da bir başka ibadet yerini etkileyici güzellikteki sanat eserlerinden dolayı kıskanması ne kadar doğru olur? Ya da Alain de Botton’un yukarıdaki saptaması ne kadar doğrudur?

Bir ateist-sanatçı olarak kendimden yola çıkacak olursam, araştırmalarımın merkezinde hep ölüm ve inanç kültü var. Tek Tanrılı dinlerden Şamanizm’e, Budizm’den çeşitli mistik eğilimlere insanlık tarihinin tüm evrelerini kapsayan inanç ve ritüellerine yönelik sanatsal etkinliklerin kökeninde yatan antropolojik verileri gözlemliyorum. Evet, sanatın dine benzer ritüel bir yönü vardır. Yapıtlarımda deneyleyerek elde ettiğim sonuçlara baktığımda, sanatçının aşkınsal bir adanmaya kapılarak yaptığı ve bir mimesis olarak tekrarladığı arasında ne tür bir fark var(?) sorusuna verebileceğim yanıt bellidir. Bir ressamın aslında bir tiyatro aktöründen farkı yok. Yaşamak ve kişileşmek arasında hakikatin içine sızmaya çalışan sanatçı biraz şaman, biraz rahip, biraz anarşist biraz da kural kırıcı serseridir… Bu durumda ben, tüm bunların yanında epeyce de ateistim ve tek sahici olan da budur.

Mevcudiyet ve adanma arasında kendi ontik bağlarını kurarak Tanrı adına var kalmaya niyet eden inançlı, dini bütün bir Tanrı taparla, benim gibi mevcudiyet ve yadsıma arasında kendi ontik bağlarını kurarak öz-varlığı adına yaşamaya niyet eden inançsız bir Tanrı savar arasındaki fark nedir(?) diye sorulabilir. Ben “var”ım, yüce bir varlığın gölgesi değilim. Mevcudiyetimi bir yaratana borçlu değilim. Kutsal sayılan kitapların edilgen bir ezbercisi değilim. Dini öğretilerin etkisi altında kalarak doğanın bahşettiği algılarını körelten bir yeryüzü yaratığı değilim. Bir düş ürünü olan Tanrı’nın yerine geçmeyi en büyük ideal olarak gören Tanrı kullarının tek arzusu, aslında kendi tapındıkları yüceliği hiçe sayanlardan intikam almaktır. Ne büyük çelişkidir ki, bir yandan Tanrı’nın en yüce ve tek aşılmaz kudret olduğuna kanat getirirken, diğer yandan da kendilerini Tanrı’nın yerine koyarak, Tanrı adına cezalandırıcı olacak kadar kendilerinden geçiyorlar. Bu durumda yeryüzünün ve insanlığın yaratıcısı olarak kendi kuluna mukayyit olamayan bir Tanrı var karşımızda; eğer varsa! Eğer varsa diyorum; çünkü merhametini hem vahşeti uygulayan hem de vahşete kurban gidenden esirgeyen bir Tanrı tanımı yoktur kutsal kitaplarda. Buradaki terslik nedir(?) diye sormak gerek. Yanıt çok açık: Tanrı insanı kendine benzeterek yarattı. Yani insan Tanrı gibiyse Tanrı gibi de davranabilir. Tanrı’nın insan tarafından yaratıldığı su götürmez bir hakikattir. Tanrı hep bir iktidar modeli üzerinden tasarlandı. Yetkilerinin her an bir Tanrı yansıması olan insana aktarılabilmesi için Mesih rolünü de iyi düşünmüş yaradılış efsanecileri. Bu işin senaristleri Sümerler… Ah şu Sümerler… Edebi eserlerinden geriye kalan üzerine koskoca bir tek Tanrı egemenliği kuran insanlığın elbette ki onlara büyük bir minnet borcu var.

Ya Mısırlılar? “Ölüler Kitabı” azımsanacak bir yapıt değil. Hatta kanımca, sanat ve mevcudiyet arasında kurulan aşkın bağı imgeleyen insanlık tarihinin en üstün sanat yapıtlarındandır da diyebilirim. Ölüm esnasında (aydınlıktan karanlığa göç etme esnasında) hayatı terk edecek olan kişiye okunan tılsımlı sözcüklerden oluşan Ölüler Kitabı, mezara bırakılan bir öte dünya kılavuzuydu da aynı zamanda. Günden Dışarı Gidenler anlamına gelen kitap, geceye (ölüme) uyananların Osiris, İsis, Neftis ve Anubis karşısında verecekleri hesabın sınav kitabı sayılır aslında. Ölünün kalbi bir terazide doğruluk ve hakikat imgesi olan bir tüyle tartılır ve ölünün tekrar dirilenlerin mekânı olan cennete mi gideceği, yoksa kötüleri yiyen Ammut’a yem mi olacağı kararı alınır. İyilik ve doğruluğun ödüllendirildiği, kötülük ve yalanın cezalandırıldığı bir Ahret gününden bahsediyoruz burada. Tıpkı Gılgamış Destanı’nda olduğu gibi, İslam’ın, Hıristiyanlığın ve Museviliğin (On Emir) düşlem kaynağı sayılan Ölüler Kitabı da insanın, mevcudiyet ve yok olma arsında yaşadığı çaresizliğin özgün bir hikâyesini içerir. Ölümsüz olmak bir saplantıya dönüşürken, doğmuş olmanın lanetlendiğini de görürüz bu düş-kurgusal anlatılarda. Bir Tanrı yaratıp tüm varlığımızı ona adamak ve sırf hep “uyanık kalmak” adına gözümüzü doğanın bereketlerine kapamak, aslında yaşamın kendisine okunan en büyük lanettir. “Düş kutsaldır ve bütün kutsal yazılar da düşten başka bir şey değildir” derken haksız mıydı Umberto Eco?

Ateistin işi zor; hem de çok zor. Arkamızı hiçbir güce dayandırmıyoruz. Af dileyeceğimiz, bağışlanmak isteyeceğimiz bir kudret yok. İşlerimizin iyi gitmesi ve bizleri hastalıklardan koruması için dua edeceğimiz bir Tanrı’mız yok. Bizi cennete göndersin diye günahlarımızın bağışlanması için yakaracağımız bir yüce varlığımız yok. Doğadan ve insan evladının aklından başka sığınacağımız olanak yok… İnsan ne kadar “aklı başında” olursa o kadar doğasında olur diyeceğim ama aklını yok’a kaptıranların varlığı karşısında sığınabileceğimiz tek değerin “hiç” olduğunu düşünmeden edemiyorum. Bir hiç’in yaratanı da olmaz ya, işte oradan başlayarak yeni bir insanlık yaratmak düşer bize – ne ilk’i, ne de son’u olan… Yaratıcılık sanatsal bir eylemdir ya… Var-olmak adına son bir kez daha hiç-olmak (ama Tanrı önünde değil) kendi zafiyetlerimiz önünde, çok mu ağır gelir bize?