Mazbata verildi ama seçim iptal edildi. Seçim ardından oynanan "inkıta" değil, iktidarın 23 Haziran'daki yeni seçime yönelik(!) ısınma; kısa bir süreyle yaptığı çekme, germe ve esnetme hareketleriydi. Gelinen yerde çıkarılacak ilk dersin ilk konusu "Seçimle olmuyormuş" değil, paradoksal biçimde "seçimle olabiliyormuş" oldu. İktidarın seçimle gidebileceği anlaşıldı.
İkinci konu biliniyordu ama kuşku kalmadı: İstanbul çok önemli. Her şeyin başladığı ve bittiği yer haline geldi. Değişim ve demokrasiye dönüş buradan başlayarak mümkündür ve bunun tek yolu yine seçimdir. (1) Nitekim CHP'nin ilk ciddi açıklaması; "Boykot yok, seçime katılacağız" oldu.
İtiraz görmeyen bu iki noktadan hareket edilerek;
a) 31 Mart 2019 ardından yaşananlar, sivil iktidarların seçimle gelmesini bildikleri k adar, seçimlegitmesini bilmeleri gerekiyor. Olmadığı zaman sorun çıkıyor. Demokrasiye darbeler (askeri ya da sivil) bu yolla, bu gerekçeyle gerçekleşiyor. 1946 seçimlerini sık sık anıyorduk ama DP'nin 1957'deki şaibeli seçimin ardından gelen ve bir daha seçime gitmediği, sorunların içinden çıkılmaz hale geldiği iktidarını nedense unutmuştuk. Hatırlandı.
b) Yaşananların bir diğer göstergesi; "Zımni ittifakın" hayatiyeti kadar narinliği. İnce bir çizgidir, çok kısa sayılmaz.
Yerel seçimden genel seçime; ittifaklar
İstanbul sonrası, önümüzdeki muhtemel bir genel seçimle yaşanabilecek olası bir değişimin (tüm değişkenlerin sabit kalacağı düşünülse dahi) daha zor olacağı açık. Seçimi/İstanbul'u kazanan (iptal edilse de), ne CHP-HDP ne de CHP-İyi Parti ittifakıdır. Çatıda kurulan bir resmi bir "ittifak" zaten yoktu. Kazanan CHP-İyi Parti-HDP seçmenin kendiliğinden oluşturduğu ortak yataktaki akışkanlıktır. Çok bilmişlerin başlangıçtaki tavsiyelerinin tersine çatıda kurulacak her ittifak bu kendiliğinden "ortaklığı" bozardı. Nitekim AKP'nin tüm seçim süreci boyunca, özellikle HDP üzerinden "CHP ile ittifak yaptı" diyerek geliştirdiği söylem buydu. HDP ile çatıda kurulacak bir ittifak, İyi Parti, Saadet Partisi vd. seçmenin İmamoğlu'ndan (hızla) uzaklaşmasına neden olurdu. Kaldı ki seçimin sonucu, "sıfır nokta bir" oranındaki oyun dahi ne kadar önemli olduğunu gösterdi. Nitekim, Kılıçdaroğlu bugün DSP'ye giden merkezkaç oyların dahi peşine düştü.
Tersi de geçerlidir. İyi Parti ya da CHP'den (veya içinden) gelebilecek "anti Kürt" bir söylem bu seçmenin de akışkanlık sağlanan yataktan çıkmasına neden olurdu.
Korkut Boratav'ın sözleriyle; "Türkiye toplumunun kabaca yarısını temsil eden bir muhalefet bloku oluşmuş görünüyor. Bu blok, Cumhuriyetçi, sosyalist, liberal akımlardan ve HDP’den oluşmuştur."(2) Mesele bunu korumaktır.
31 Mart sonrasındaki AKP stratejisinin tabanda kurulan bu "kendiliğinden" ittifakı bozmaya yönelik olacağını tahmin etmek zor değil. Öcalan'ın konuşma yasağının kaldırılması ve onun ilk iş olarak "Suriye'de Türkiye'ye yardımcı olunmasını" istemesi böyle bir hamle. Ama tehlikeli! MHP ile (tabanda) bozuşma ihtimali bir yana "kimin kiminle ittifak" yaptığı konusunda (31 mart sürecinde CHP'ye yöneltilen suçlamalar hatırlanırsa) AKP seçmenin kafasını karıştırabilir. Evdeki bulgurdan olma ihtimali var ve yüksek.
O halde bu taş neden oynanıyor?
Her an yeniden karışabilecek Suriye'yi (Abdullah Öcalan da bu konuyla ilgili); gerilimin arttığı, savaş ihtimalinden dahi söz edilen Güney Kıbrıs açıklarında ne olduğunu izlemek gerekiyor. Türkiye, bölgedeki Mısır, Yunanistan, İsrail ve Avrupa Birliği'nin protestolarına, Amerika'nın ve en yakın müttefiki Katar'ın karşı çıkmasına rağmen "hidrokarbon" aramalarını sürdürüyor.
Seçime sadece 45 gün var. Ve hepsi, günü gününe değerlendirilmesi gereken konular. İttifak'ın boş geçirecek zamanı yok. İktidar'ın da...
Olağanüstü her hal, şartların değiştiği bambaşka bir seçimi ya da ertelemeyi getirebilir.
İktidar kaderini mi bekleyecek; 40 gün oruç
İstanbul; iktidar ve muhalefet için hayati öneme sahipse, muhalefet çalışırken onun da 12 Haziran tarihinde sandıkta tecelli edecek kaderini bekleyeceğini düşünmek gerçekçi değil. Bu durum göz önüne alındığında, geçmiş hataları yapmamak, "narin ve ince bir çizgide" güçlenen ittifakı bozmamak, incitmemek ilk görev olarak duruyor. Seçmenin beklentisinin böyle olduğu görülüyor. İstanbul seçimini kabul etmeyen iktidarın, yapılacak bir genel seçim ardından "devleti" törenle kazanana teslim etmesi de pek beklenmediğine göre söz konusu olan bir süreçtir. Ancak ilk ve önemli adımı atabilmek için sadece 40 gün dayanmak gerekiyor. 31 Mart'a giderken yapıldığı gibi; oruç tutmak!
Öcalan'ın konuşturulması ardından, HDP onun sözlerine hemen ve doğrudan bir tepki vermedi. Biraz gecikmeli de olsa bir gün sonra beklenen açıklamayı yaptı.(3) Eşbaşkan Sezai Temelli ise bir gün önceki ilk grup toplantısında konuşma yasağı kaldırılmış "Öcalan'a tecritin kaldırılması" talebini seçim sonuçlarıyla birlikte değerlendirmek durumunda kalmıştı. Oysa, İstanbul yeniden seçime giderken, genel seçim provaları yapılırken, zımni ittifak güçlenirken, HDP'den beklenen PKK ile aynı olmadığını açık ve net bir şekilde ortaya koyabilmesiydi. Günler daha neler getirecek görülecek. Ayrıca, bu hesaplaşmayı sadece HDP değil, Türkiye solunun da kendisi için yapması gerekiyor. Kaçınılmazdır.
Yakın tarihin yanılgıları: Unutmak unutmamak
Türkiye'de yakın tarihin en büyük siyasi yanılgısına, Siyasi İslamcılıktan demokrasi/sivil toplum üretmeye çalışan liberaller attı. Bugün onların malvarlığını oluşturan aydınlar, "acaba olur muydu" diyerek hala sahibi olduklarını sandıkları entellektüelizm motorunu zorlamaktalar. İlginç ve kalıcı bu hastalık bir yana, asıl mesele; Siyasal İslamla uzlaşmanın soldaki simetriği PKK ile uzlaşmanın getirdikleri ve temsil ettikleri... Solun bitmeyen güncel sorunu. (4)
Örneğin son seçimde, İbrahim Kaypakkaya geleneğinden geldiğini söyleyen ve PKK'nın seçimden çekilmesini istediği Tunceli Belediye Başkanı Maçoğlu'na karşı, Emek Partisi ve HDP'nin ittifak yapmaları (Bu yüzden Ovacık'taki seçimi CHP kazandı) traji komik; 1980 öncesi (solu) düşünülür ise sadece trajik. Türkiye'deki seçimde "tek cephe" isteyen Emek Partisi, bir zamanlar "Kürtlerin MHP'si" diye gördükleriyle yanyana gelerek "en yakın eski siyasi dostlarına" karşı Tunceli'de ittifak kurdu. Solun mikroskobundan farkedilebilen bu metobolik bozukluğun Türkiye genelindeki halini ise çıplak gözle izlemek hayli mümkün.
Eşbaşkan Sezai Temelli'nin meclis grup konuşmasından başka (5) HDP yöneticisi olmamakla birlikte (kimse bir şey demediğine göre HDP adına olmalı) yine bir Türk milletvekili Ahmet Şık'ın da dikkat çekici değerlendirmeleri oldu. Şık'ın saptamaları belli konularda isabetli olmak ve İstanbul seçmenine güven vermekle birlikte, "Seçimden sonra CHP, HDP'ye teşekkür bile etmedi" (6) cümlesiyle ifade ettiği bakış açısı sorunludur.
CHP teşekkür edebilir, belki de etmelidir. Ama HDP neden, ne için teşekkür beklemektedir bunu anlamak mümkün değil. HDP, Binali Yıldırım'a oy vermediği için mi "teşekkür" beklemektedir ya da HDP'liler başka bir dünyada, ülkede mi yaşıyorlar da Türkiye'deki faniler için oy kullanmış ve CHP'yi desteklemişlerdir. Aklı başındaki Türkiyeli solcular da, liberaller de, ulusalcılar da, Kürtler de, milliyetçiler de oylarını CHP'ye verdiler. Herkes artık tehlikede gördüğü siyasi-kültürel varlığı (kendisi) için oy attı. Doğal ve doğru olan zaten buydu. Şık ya da HDP bunun tersini düşünüyorsa, bu ortada (yine) anlaşıl(a)mayan bir şeylerin olduğunu ortaya koyar. İnce ayarlı, kendiliğinden; zımni, neyin neden olduğu ya da olmadığı belli olan "narin" ittifakı da zedeler.
Nitekim, HDP'den milletvekili seçilen ancak daha sonra ait olduğu "Yeni TİP'i" Meclis'te oluşturan Erkan Baş'ın, "Biz CHP’li değiliz, CHP’ye egemen olan zihniyete pek çok başlıkta ciddi eleştirilerimiz var ancak bugün süren tartışma bir AKP-CHP tartışması değildir." (7) derken aslında meseleyi kavradığını göstermiştir. Baş, bir komünist açısından yapılması gerekeni söylemekte; HDP'nin ise bu durumdan habersiz ve bilgisiz olduğu düşünmek abes.
Okunmuş pirinç taneleri yerine Dimitrov okumak
"Yalnızca birleşik cephe, yalnızca birlik, eleştiri yok" neredeyse bütün bir hayatı faşizme karşı en geniş cepheyi oluşturmanın peşinde geçen Dimitrov'un sözüdür. (8)
Mart 1934'de konuşmasında Almanya'da faşizmin iktidara gelmesinde ya da yenilgideki esas sorumluluğun (içinden koptukları) sosyal demokrat parti liderliğinde olduğunu ve sosyal demokratlar birleşik cephe kurma tekliflerini reddetmeseydi faşizmin durdurulabileceğini öne sürer. Üstelik, Dimitrov 1930'larda, üye sayıları yüzbinleri, seçmen sayıları milyonları geçmiş değişik ülkelerdeki komünist partiler adına konuşabilecek bir gücün sahibiydi. Almanya'da Nazizme karşı verdiği mücadeleden ve Reichtag yangını komplosundan dünya çapında bir prestijle çıkmıştı ama ısrarla esas hedefi vurguluyor, zamanın sosyal demokratlarını zorluyordu.
"... biz şu anda size birleşik cephe kurmayı proleterya diktatörlüğü ilan etmek için önermiyoruz. Böyle bir önerimiz yok."
Dimitrov'un bu sözleri şablon halinde Türkiye'deki hayata uygulanmaya çalışıldığında 1980 öncesi; kaba ve aşılmış görülerek unutturulmaya çalışıldığında ise hemen sonrasıydı. Çok şey değişti.
Bugün anlaşılmaması, bilmezden gelinmesi için bir neden yok.
Hedef belli: Öncelikle İstanbul seçimleri; genel seçimler ve demokrasinin restorasyonu. O halde, hedefleri çoğaltmanın, karıştırmanın, saptırmanın, yerinden kaydırmanın anlamı var mı ya da ne?
Teşekkürü, şu ana kadar, 1930'ların Alman Sosyal Demokrat Partisi'ne benzemeyen CHP ve liderliği hakediyor. İmamoğlu, ise cepheyi korudukça ve konuştukça, "güzel günlere" olan destek güçleniyor. İyi Parti'den, Liberallerden, ulusalcılardan, HDP'den gelen "yerimizde duruyoruz" mesajlarıyla, her şey yerine oturuyor. Adalet yürüyüşü sahneyi değiştirdi (7), bir yol açtı, bu kez kapılar açılıyor. Küçük bir notla bitirelim:
Ciddiye alınmayan "Türkiye ittifakı" bir tarafa, "Ulusalcıların" da bir bölümü tarafından beğenildiği anlaşılan bir pilav (tadı unutulur gibi değil) beklendiği gibi pişirildi, sofraya sürülmeye çalışılıyor. Gül, Babacan ve Davutoğlu "istikşafi görüşmelere" başlamak için fırsat kolluyor. Uluslararası sermayenin de böyle bir çözüme sınırsız destek vereceğini tahmin etmek güç değil. Bununla birlikte planı her meseleye "Anti Kürt" dürbünüyle bakan, "Kürtler olmasın da ne olursa olsun" diyenlerin desteklemesi dahi zor görünüyor. Gül ve arkadaşları için bu saatten sonra "kayıtsız şartsız" CHP'yi desteklemekten, "tabi olmaktan" başka çare yok.
(1) Yazı elbette seçimin aynı koşullarda tekrar edileceği bilgisine dayanılarak yapılıyor. bkz. Gökçer Tahincioğlu: https://t24.com.tr/haber/istanbul-secimi-iptal-edildi-10-soruda-simdi-ne-olacak,819952
Oysa, bu seçimin Türkiye'de "son seçim" olduğunu dair yabana atılamayacak görüş sahiplerinden biri de Ali Sirmen: http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/1380982/_Her_turlu_iptal_hakki_sakli__secim.html
(3) https://www.birgun.net/haber-detay/hdp-istanbul-ittifaki-icin-oy-isteyecek.html
(4) https://t24.com.tr/yazarlar/umit-aslanbay/secim-oncesi-iki-hamle-sol-kemalizm-ve-pkk,21763
(5) https://www.birgun.net/haber-detay/sezai-temelli-ysk-butun-mesruiyetini-yitirmistir.html
(6) https://t24.com.tr/haber/23-haziran-da-hdp-nin-tavri-ne-olacak,820085
(8) https://t24.com.tr/yazarlar/umit-aslanbay/kilicdaroglu-yuruyor-sahne-degisiyor,17584