Onlarca gazeteci oradaydı. Ne basın örgütü temsilcisiydiler, ne yerli yabancı bir basın kuruluşu adına davayı izliyorlardı, ne milletvekiliydiler ne casus ne de yabancı misyon temsilcisi... Ne de aktivist.
Davadan davaya koşturan, "Nerede hareket orada bereket" şiarıyla basın özgürlüğü pankartı daha açıldığı anda en önde beliren gazeteciler, malum vekiller elbette yine günün anlam ve önemini anlatan en güzel konuşmaları yapmayı kimselere bırakmasalar da; kalabalıktı. Gazeteciler oradaydı.
Ankara-İstanbul yürüyüşü kendine güveni gelmiş görünen, bir hayli aktive olmuş CHP ilçe örgütlerinin taşıdığı partililer de dikkat çekiciydi.
Cumhuriyet gazetesinin gerçek temsilcileri elbette yoktular. Zaten gelmeleri sürpriz olurdu.. Ama yine de meslekteki daha yeni arkadaşların gözleri onları aramadı değil.
Traji komik bir şekilde davaya da konu edilen Cumhuriyet Okur Temsilcileri (CMOK) hakeza!...Çekinceleri ve itirazları zaten bir başka davanın konusu.
Yabancı basın mensuplarının ilgisi ise fazlaydı. Önce Adliye'den içeriye, sonra duruşmanın yapıldığı mahkeme salonunun bulunduğu koridora (27. Ağır Ceza, tam lafıyla diyelim sözde Şike duruşmaları da burada yapılmış) girmek için büyük çaba gösterdiler. Erken girenin yer kaptığı Mahkeme salonuna girmek ise avukatlık, sarı basın kartı, cesaret, atletik yapı ve kuvvetli kolların yanısıra, kendine güvenli bir duruş eşliğinde atılan kararlı adımları da gerektiriyordu.
Salondan içeriye bir kaç adım atmayı başaran arkadaşımızın (havasızlık nedeniyle bir süre sonra çıkmak zorunda kaldı) koridora bildirdiğine göre, Ahmet Şık ayaktaydı ama maalesef hiç bir şey duyamamıştı. Ne dediğinden.
Kapı ağzından fotoğraf çekme girişimi, görevliler tarafından anında engellenirken, uyarı da akabinde geldi. Koridorlardakiler gürültü etmesin, duruşma sağlıklı yürütülemiyor. Anında "tıp"... Bir iki üç; Sessizlik. Fırsat bu fırsat, salondan fotoğraf çekseydik ve yayınlasaydık ne olurdu; diye sorunca trabzana dayanmış sivil polis memuru içtenlikle ve bir hayli iyi niyetli cevapladı:
- En iyi ihtimali söylüyorum. Cep telefonunuza el konulur, bir yıl sonra teslim edilirdi...
Ağırmış, cezaymış.
Bulunduğumuz bölge itibarıyla olmalı!
Ağır liberal abiler, büyükleri de pek yoktu Çağlayan'da... Yaz tatilinde değilseler, onlar da göze çarpmadılar. Bir sonraki nesilden, bir çok gazeteci arkadaşımız, daha da gençleri oradaydılar. Çoğu Cumhuriyetçi ve liberal kavgasından bihaber... Destek vermek için, gazetecilik "yaşasın" diye oradaydılar. Belki de onların varlığıydı gazetecilik adına umut veren. Aktivizm yapmak değil. Gazetecilik için. Kurşun atan Hasan Tahsin yerine son kalemlerini atıyorlardı zahir. İşi olan, gazetecilik yapabilen o kadar az kişi kalmış ki ortada. Zaten büyük bir bölümü de, işsiz...
Kadri'nin (Gürsel) içerde yaptığı savunmanın detayları dışarı yansırken, bir liberalizm değerlendirmesini henüz bitirmiştik, kendi aramızda.
Keşke yazsalar, bir bir özür dileseler, yanlışlarını söyleseler dedi bir arkadaşımız.
Yetmez dedi bir başkamız: Tünel'de Taksim'e kadar polisle dövüşe dövüşe yürümeleri gerekir... Belki affedilirler.
Konuşsalar, özür dileseler ne olacak diye karşı çıktı bir diğeri. Üstelik "liberal" bilineni.
Küresel dünyada, "Saddam gibi diktatörler olmayacak, dünya değişiyor" diye yazdılar da yazdılar. Yıllarca. Şimdi kendileri pişman.
Ama iş işten, at Üsküdar'dan geçti.
Liberaller dönmüş, bir adım atacaklar, uzlaşma olacak demeyeceğim.
Çağlayan'daki Cumhuriyet davasından diyeceğim şudur;
Uzlaşma olursa, adliye koridorlarından başlayacak.