Hiç bu kadar gecikmemişti. Zamanı geldiğinde, önce onun varlığını hissettiren birtakım duyular belirirdi. Bu bir koku, bir ses, bir görüntü, ensemdeki bir soluk olabilirdi. Evin zilinin çalınmasına benzeyen bu sezinin ardından ben içimi Muvakkit’e açardım ve mutat buluşmamız başlardı.
Saate baktım, gece yarısını çoktan geçmişti. Muvakkit’in karanlıkta ve yalnızlıkta geldiğini bilirdim, ama günün ziyası solalı saatler olmuştu ve karanlıkta hiçbir şey yapmadan oturmuş, zil çalmasa da çoktan ruhumun kapısı açık onu beklerken, gecikmesinin nedenini düşünüyordum.
Yavaş yavaş içime bir sıkıntı çöreklendi, beni yalnız bıraktığı için Muvakkit’e söylenmeye başladım. Az sonra da zihnimde kendimle çekişmeye, giderek neredeyse kavga etmeye başladım. Bütün bunlar benim hayalimin küçük düşürücü bir oyunundan ibaretti, Muvakkit ne daha önce gelmişti ne de şimdi gelecekti. Algılarım ve duygularım bana eziyet çektiriyor, muhtaçlığımı istismar ediyordu. Aynı anda kendime bunun doğru olmadığını tekrarlıyor ve her saniye yenilenen bir açlıkla onu beklemeye devam ediyordum.
Bir çöp kamyonunun pencereleri titreterek geçmesiyle uyukladığımı fark ettim. Ama bunu düşünürken aklıma aslında şimdi uykuya dalmış olduğum fikri takıldı. Bir süre uykuda mı uyanık mı olduğumu anlayamadım, sonra ne fark eder ki diyerek engele dönüşmeye başlayan gayretimi bir kenara bıraktım.
Bu anı bekliyormuş gibi usulca süzülüp karşıma oturdu. Ama saatlerdir zihnim o kadar yorulmuş, o kadar körelmişti ki, ona öylece bakmaktan başka bir şey yapamadım. Gelmesinden dolayı hem müteşekkir hissediyor hem de içimdeki kızgınlığın geçmediğini fark ediyordum. Hiç konuşmadan, hatta birbirimize bakmadan öylece karşılıklı oturuyorduk. Neden sonra kendimi konuşmaya hazır hissettiğimde nasıl olup da bu kadar geciktiğini sordum. Cevap vermedi, zaten galiba sesim çıkmamıştı. Ben mi içimden konuştum, o mu cevap vermedi diye şüpheye düştüm. Aslında konuşmasam bile zihnimden geçenleri anladığını biliyordum. Tekrar sordum, ama ağzımdan ses çıkmadı, yalnızca buhur tüter gibi bir dalgalanma oldu havada.
Konuşamamam onun yüzündenmiş gibi “Niye yapıyorsun bunu?” diye sordum içimden ya da belki gerçekten sordum. Gerçekten sözcüğü aklımda asılı kaldı, kendi halime güldüm. Oturmaya mecalim kalmamış gibi koltuğa uzandım. Az sonra “Nasıl bir sesin olmasını isterdin?” diye sorduğunu duyunca tekrar doğruldum. Ne demekti ki bu? Nasıl olmasını istersem isteyeyim, bir sesim vardı, öyleydi işte, olduğu gibiydi. Başka türlü olabilirmiş, kendime ses seçebilirmişim gibi böyle tuhaf bir soru sorması canımı sıkmıştı. “Ne demek istiyorsun?” diye sordum ama sesim yoktu. Kolunu tutmak için uzandığım anda fazla gerilen bir tel koparcasına içimden bir çıt sesi çıktı. Artık düzen tutmayacaktım, fazla gerilip akort tutmayacak kadar sıkmıştım kendimi.
Saz gibi oyuk gövdemde çıt sesi ebedi bir çınlamaya dönüşürken, çok ağır çalınan bir kayıttaki seslerin uğultuya benzemesi gibi anlaşılmaz sözler çıktı ağzımdan. Sözlerim anlaşılmaz olmakla kalmamıştı, zihnimde de ne söylediğimi bilmiyordum. Hem bu uğultuya hem de ne söylediğimi bilmiyor oluşuma şaşırmıştım. Nihayet Muvakkit’in ne demek isteğini anlar gibi oldum. Niyeti bana yardım etmekti, anlatmaya çalıştığı şeyin ne olduğunu sezmiştim.
Ciğerimden baloncuklar çıkar gibi hafifletici bir hisse kapıldım, bu dramatik anda aklıma gazoz reklamında “On yüz milyon baloncuk yuttum” diyen küçük kız çocuğunun gelmesi yüzümde bir tebessüm yarattı. Hala piyasada olup olmadığını bilmediğim bu gazoz markası (artık piyasada olmayan ya da başka adlarla anılan) “toplum polisi” için de kullanılıyordu. Bu çağrışımlarla gevşedim ve eskilerden kalma, sözleri hayli kaba saba olan Amerika karşıtı bir türküyü hatırladım. Şimdi Muvakkit’le karşılıklı gülüşüyorduk.
Muvakkit’in “Nasıl bir sesin olmasını isterdin?” sorusu, zihnimde şöyle bir muhakemeye dönüşmüştü. Ben ondan bende olmayan bir bilgiyi bana vermesini istiyordum. Bunu açgözlülüğe varan büyük bir iştahla, yakıcı bir ihtiyaçla talep ediyordum. Oysa bana verebileceği böyle bir bilgi yoktu, istediğim şey bilinebilir değil ancak tecrübe edilebilir bir şeydi, ama tecrübe edildiği anda da ben artık olmayacaktım. Sesin nasıl oluştuğunu, seslerin dalga boylarını ve tüm fiziğini, kulağın iç yapısını ve sesleri nasıl algıladığını, beynin sesleri nasıl işlediğini, hâsıl-ı kelam hepsini çok iyi bilen sağır bir odyolog gibiydim. İşitmenin tüm bilgisini edinmiş ama işitmeyi hiç tecrübe edememiştim.
Gün ağarmadan hemen önce kulağımda gecenin ağırlığıyla oluşan bir uğultu başladı. Bu uğultu, yerini giderek daha net seslere; bazıları şakıyarak, bazıları cıvıldayarak, bazıları da çığlık atarak şafağın sökmekte olduğunu haber veren kuşların seslerine dönüştü. Acaba nasıl bir sesim olmasını ve hangi sesleri duymayı isterdim. Bu kez buna içimden hemen ve kolayca cevap verdim.