Öğle sıcağında Ihlamur Yolu'nun yokuşunu yavaş adımlarla çıkıyordum. Otuzlarında görünen şık giyimli bir kadın iki çocuğu ellerinden tutmuş karşı yönden geliyordu. Kız üç-dört yaşlarında, oğlan da ondan bir iki yaş büyük görünüyordu. Üçü yan yana yürürken kaldırımı bütünüyle kapladıklarından onlarla aynı hizaya gelirken birkaç adım için yola indim, onları geçtikten sonra tekrar kaldırıma çıkacaktım. Kesişmemize bir iki adım kala oğlan tökezledi, annesi elinden tutuyor olmasa muhtemelen düşecekti. Kadın doğrulması için çocuğu kolundan çekiştirirken: "Düzgün yürüsene be oğlum!" dedi. Sesinde kızgınlıktan çok bıkkınlık vardı, söylenir gibi konuşmuştu.
Aklı başka yerde olduğundan, dikkatsizliğinden, sakarlığından dolayı tökezleyen, düşen, sağa sola çarpan çocuğuna "Önüne baksana kızım!", "Dikkat etsene oğlum!" diyen birisine rastlamakta bir olağanüstülük yok. Bir bakıma hayli sıradan bir durum bu, pek üzerinde durulacak bir şey değil. Bunu kötü ebeveynlikle ilişkilendirmek doğru olmaz, herkes şu ya da bu zamanda buna benzer bir şey söyleyebilir. Çocuklarla bu tonda konuşmak kolay ve kanıksanmış bir tutum. (Kendimi de bundan muaf tutamayacağımı, en azından geçmişte böyle bir şey söyleyebilecek tabiatta olduğumu, ama muhtemelen şimdilerde bunu yapmayacağımı düşündüm.)
Desen: Selçuk Demirel
İyi de neden? Tökezleyen bir çocuğa önüne bakmasını, dikkat etmesini söylemenin ne yararı, ne anlamı var? Ona iyi hissettirmeyeceği belli, ona bir şey öğreteceği de şüpheli.
Çocukluğu insanın dertsiz-tasasız, mutlu bir dönemi olarak değerlendirmek hayli yaygındır. Ama (hele belirli yaşlardaki) çocukların büyüme istekleri de aynı ölçüde yaygın olduğuna göre, onlar için çocukluk durumu o kadar da makbul olmasa gerek. Çocuk olmak başkalarına bağımlı olmak, fiziksel bakımdan küçük ve güçsüz olmak demek. Çocuk olmak kuvvetli dürtü ve duygulara ve bunlarla baş etmek için yeterince gelişmiş olmayan bir benliğe sahip olmak demek. Çocuk olmak anne ve babayı hem sevmek hem de onlardan nefret etmek demek.
Bir yandan ofise doğru yürürken bir yandan da bunları düşünüyordum. Aklıma o gün görüşeceğim kişileri tanık olduğuma benzer bir mizansene yerleştirmek geldi. Her birini zihnimde beş yaşında annelerinin elinden tutmuş yürürlerken tökezlettim ve anne ve babalarının tepkilerini hayal ettim. Muhayyilemde bir anne telaşlandı ve aşırı bir endişeyle çocuğa bir şey olup olmadığını kontrol etti, biri tümüyle ilgisizdi ve neredeyse hiçbir tepki vermedi, diğer dördü yoldaki anneye benzer tepkiler verdiler.
Hayali senaryomdaki hiçbir ana-babanın tökezleyen çocuğa, sakince "İyi misin?", "Bir yerin incindi mi?", "Olur böyle şeyler" türünden bir şeyler söyle(ye)memesi dikkatimi çekti. Çocuğa, kendi büyüklüğünü, gücünü, üstünlüğünü anıştıran herhangi bir şey söylemeden basitçe yanında durabilmek ne kadar zor dedim kendi kendime.
"Önüne baksana!" dediğimizde kendimizi hızla karşımızdakinin kusurundan ayırmış oluyoruz. Tökezleyen o, biz değiliz. Biz, kendisi tökezlemeyen, onun da tökezlemesini istemeyen ve ona tökezlememeyi öğreten kişiyiz. Kötü bir niyetimiz yok, niye olsun? Ama bir şeye kızıyor, sinirleniyor, tahammül edemiyor ya da en hafifinden biraz rahatsız oluyoruz. Bu sözün içinde çok da gizli olmayarak "Ben büyüğüm, sen küçüksün" var. Galiba bu insan ilişkilerindeki önemli dinamiklerden birisi. "Sen benim kim olduğumu biliyor musun?" ya da bugünlerde çok kullanılan sözcüklerle "Hadsiz, haddini bil!" benzeri sözler de bu minvalde düşünülebilir.
Yaşından küçük gösteren bir genç kadının gittiği bir yerdeki sekreterin kendisine siz yerine sen demesine ne kadar sinirlendiğini anlatışını hatırladım. Çocukken kurtulmayı o kadar istediğimiz o küçüklük hissi bir bakıma hiç kaybolmadan duruyor herhalde içimizde.
Birkaç gün önce, bazen gündemde neler olup bittiğine bakmak için göz attığım Ekşi Sözlük'te "Alaçatı'da hesap çılgınlığı" diye bir başlık gördüm. Birisi fiyatların aşırılığından yakınarak, bir "melemen"in 250 lira olduğunu yazmıştı. Ardından yazan birçok kişi, menemene "melemen" dediği için onunla alaylı bir dille konuşmuş ve kazıklanmayı hak ettiğini söylemişti. Girişi yazan herhalde cebinden çıkan paranın yarattığı üzüntüyü anlatarak duygudaşlık arıyordu ama beklemediği bir şekilde "önüne bakması", "dikkat etmesi" söylenmişti: Melemen diyen biriysen kazıklanmayı fazlasıyla hak etmişsin, eh oraya gitmişsen kazıklarlar tabii. İnsanın dilinin ucuna, klavyesinin tuşlarına bu sözcükleri taşıyan duygular nedir acaba?
Çocuğun, büyüdüğünde, ana-babasıyla arasındaki ilişkiyi karakterize eden bu tutum setini (ben büyüğüm, sen küçük; ben güçlüyüm, sen güçsüz; ben istediğimi yapabilme ehliyetine sahibim, sen bağımlısın; ben bilirim, sen bilmezsin) tekrarlaması pek de şaşılacak bir şey olmasa gerek.
Yolda karşılaştığım çocuk beş yaş civarındaydı, bu da demektir ki, küçük ve güçsüz olmakla ilgili duygularının yoğun olduğu bir dönemden geçiyordu. Yani, insanlığın büyük oyunlarından birinin oynandığı o "kıyaslamalar sahnesine" ayak basmıştı ve eşitsiz bir mücadelenin ve kaçınılmaz bir yenilginin eşiğindeydi. Ana-babasının tutumları ya bu zaten zor evrenin daha da zorlaşmasına yol açacak ya da zaman dışında hiçbir şeyin iyileştiremeyeceği küçüklüğüne katlanmasına yardım edecekti. Ana-baba, çocuğun küçük oluşundan ve dünyanın türlü ahvalinden kaynaklanan hayal kırıklıklarını tümüyle engelleyemez. Ama bir kısmına ana-babalık işlevi gereği bizzat kendisinin yol açtığı bu hayal kırıklıklarına katlanma konusunda çocuğa yardım edebilir.
Sadece çocukla ana-babası arasındaki ilişki değil, insanlar arasındaki her ilişki gizli ya da açık bir kıyaslama içerir. Kendi büyüklüğünü ve gücünü göstermek demek de çoğu defa bir başkasının güçsüzlüğünü ya da küçüklüğünü göstermek demektir. Bu kaçınılmaz bile olsa hâlâ "önüne baksana" yerine "iyi misin?" deme seçeneğimiz var.
İnsanın doğasında mündemiç, insan olmanın tanımına yazılı kaçınılmaz bir gerçek, aslında hepimizin (en azından bir zamanlar) küçük ve güçsüz olduğumuz. Belki ara sıra bunu hatırlamakta fayda olabilir.