Türkay Demir

08 Aralık 2017

Başarıya giden yol: Bilmem söylesem mi söylemesem mi?

"Özgünlük olmadan başarı olmaz ama özgünlük başarının temeli de değildir"

  1. Arkadaşımla buluşma

Sesindeki öfkeli titremeye ve yüzündeki sert ifadeye bakılırsa arkadaşımın canı fena sıkılmış gibiydi. Şöyle bir omzuna dokundum, “Her neyse canını sıkan çok da takma kafana, konuşuruz şimdi” dercesine (ama demeden) elimi boş ver anlamında salladım. Tütün sarmak için paketin yapışkanlı kısmını açtı, alışkın hareketlerle, neredeyse bakmaksızın kâğıda tütünü yerleştirip yuvarladı. Çoğu kişi gibi onda da son zamanlarda şu buharlı elektronik sigaralardan görüyordum. Demek elektronik sigaranın “kesmeyeceği” bir ruh halindeydi, peki, bir iki fırt çeksin bakalım. 

Bir süre sessizce oturduk. Aslında benim de buluştuğumuzda ona anlatmak istediğim bir şeyler vardı. Ama duruma bakılırsa bunları biraz sonraya bırakmak iyi olacaktı. Konuşmaya başlamasını beklerken şunu düşünmeden edemedim: “Bir yandan onu kendime benzettiğim için kolayca seviyor, bir yandan da aynı nedenle ondan rahatsız oluyorum”. Birden içimi beklemediğim bir sıkılma hissi kapladı. Aklımdan “Dert dinlemek istemiyorum,” benzeri bir cümle geçti ama hemen ardından bunun için kendimi kınadım. “Tüh,” dedim sonra sesli olarak, “evden çıkarken Benjamin’in yazısını almayı unuttum. Oysa bastırmıştım da yazıcıda.”

“Ah ha” dedi, “neden başaracağımı açıklayacak olan yazıyı mı diyorsun?” Zihnimde bu kadar çok, bu kadar çeşitli, bu kadar birbiriyle uyumsuz, bu kadar güzel, bu kadar gizli, bu kadar ayıp, bu kadar tuhaf düşüncelerin uçuşmasından yorulmuş olarak “Evet,” dedim, “ama önce anlat bakalım, sende ne var?”

Öyle bir konu anlattı ki, Benjamin’in yazısına mutlak biçimde ihtiyaç duyar hale geldik. Yazdıklarıyla ilgili endişelerinden söz ediyordu. Arkadaşlarından birisinin son yazdığı öyküye yeterince coşkulu bir övgüde bulunmaması canının sıkılmasına yetmiş de artmıştı. “Yapmaya çalıştığım şeyi anladığını sanmıyorum” diye yakındı berikinden, “bana düzeylerin karışmasından söz ediyor, oysa benim yapmak istediğim zaten bu. Ben öyküye şiir, araştırma, rüya, hatıra, bilgi, sözlük, tarih, folklör ne buluyorsam boca ediyormuşum, bu da bir düzeyler karmaşasına yol açıyormuş”.

Biraz bekleyip bekleyemeyeceğini sordum. Gidip yazıyı almam birkaç dakikayı geçmezdi. “Ben gidip getireyim Benjamin’i, sonra konuyu birlikte düşünelim!” diye cesaretlendirdim onu. “Sıkılmasın adam bizden!” diye şaka yaptı. Mecaz-ı mürsellere şaka yollu böyle bir cevap verme adeti vardı. Gülüştük ve ben yazıyı alıp gelmek için oradan ayrıldım.

2. Benjamin’in Konuşmaya Katılması

Eve gidip yazıcıdaki çıktıların durduğu tepside unuttuğum basılı kâğıtları aldım.

Aramızda konuştuğumuz bu yazı Walter Benjamin’in “On Üç Tezde Başarıya Giden Yol” başlıklı bir denemesiydi1. Ona daha önce başaramamasının söz konusu bile olmadığını latifeyle anlatmıştım. Bilip uyguladığından, niyet ettiğinden değil, doğal eğilimleri gereği Benjamin’in söylediklerine uygun davranıyordu. Bunu ona göstermek istiyordum.

Özgünlük olmadan başarı olmaz ama özgünlük başarının temeli de değildir” düşüncesiyle başladım. Yazdıkları kesinlikle özgündü ve böylece yeterli olmasa da gerekli bir koşulu yerine getiriyordu.

Ödülden duyulan doyum başarıyı felç eder, başarmaktan duyulan doyumsa başarıyı artırır”. “Gördüğün gibi” dedim, “yazdıklarının ödülünü almamakla çok şanslısın, felç olma riskin yok, öte yandan yazdıklarından dolayı hissettiğin yeterlilik ve yetkinlik duygunun başarını artıracağı da anlaşılıyor”.

Kağıda bakmaya devam ederek göz ucuyla yüzünü şöyle bir yokladım. Gülümsüyor, hatta gülüyordu. Gülüşü benim onu teselli edişimde safça bir taraf görmesiyle mi ilgiliydi yoksa söylediklerim hoşuna mı gidiyordu, çözemedim, ama ciddiyetle devam ettim.

Uzun vadede, yalnızca davranışları açık, anlaşılır bir saikle yönlendirilen insanlar başarılı olurlar (…) Kitlelerin imge derlemelerine önem vermeyen kişiler başarısızlığa mahkûmdur”. Ekledim, “Senin ne yapmak istediğin, gerekçelerin gayet net, öyle değil mi?”

İnsanların kulağı ancak bir yazarın ölüm döşeğinde söyleyeceği son sözleri dinlemeye uygundur”. Tüm kalbimle inanarak ilave ettim: “Bence sen gücünün yettiği o son cümleyi en baştan beri biliyor, tekrarlıyor, yeniden yazıyor, kazıyor, haykırıyorsun”.

Beşinci tezi biraz geçiştirdim, çünkü yazarın gelecek kuşakları kendi çağına karşı kullanmasıyla ilgili bu tezin onun durumuna nasıl uyarlanabileceği benim için de belirsizdi. Altıncı tezi, hoşlanmayabilir diye düşünerek, biraz yumuşattım. Bu tezde Benjamin “ünün ya da başarının artık eskiden olduğu gibi ihtiyari değil mecburi olduğunu” öne sürüyordu. Tezin bu cümlesini değil bundan sonraki cümlesini öne çıkardım, çünkü istikrar ve sürekliliğe de vurgu yaptığı için onun durumuna çok daha fazla uyuyordu: “Günümüzde ün birikerek çoğalma durumundadır”.

Çayımdan bir yudum alma bahanesiyle ara vererek yeniden ona baktım. Gülmüyor ya da gülümsemiyordu artık. Aksine hayli ciddi bir edayla dinliyor gibiydi. Konuyla ilgilendiğini anladım. Söylediklerim yavaş yavaş ona iyi gelmeye başlamıştı.

Başka birisi başarıya ulaştığında, bu başarı hak edilmemiş bile olsa bundan tarafsızca keyif alabilmekle ilgili tez onu en çok zorlayacak olan tezdi kuşkusuz. Benjamin’in bunu anlatırken yaptığı(nı düşündüğüm) kelime oyunu hem başarının tuzaklarından keyif alabilmeyi hem de bunları başarıya giden yoldaki süslemeler gibi görmeyi öneriyordu. O yüzden bu tezi onun için bir teminat gibi değil, kendisine verilmiş bir öğüt gibi dinlemesini istedim. Ama ben ikna oldum mu diye kendimi yokladığımda cevabım hayırdı.

Çoğu şey doğuştan gelir ama çalışmayla çok şey gelişir” gibi beylik bir cümleyle açılan sekizinci tezin devamında hoş ayrıntılar vardı. Benjamin yalnızca önemli işlerle uğraşan ve hep önemli anlarda ortaya çıkan kişilerin başarılı filan olamayacağını söylüyordu. Bazen önemsiz işlere muazzam çaba harcamak da gerekliydi. Bir futbol maçı benzetmesiyle, oyun sırasında “ara sıra toptan gözünü çekmek iyidir” diyordu. Burada cesaretle arkadaşımın gözlerine baktım. Bu bakımdan onu çok kuvvetli bulduğumu bilmesini istiyordum ve o nedenle gözlerine bakarken hiçbir şey söylemedim.

Dokuzuncu tez bence en ilginçlerinden birisiydi. Bir iş görüşmesinde bir adayla mülakat yapan değerlendiricilerin neye dikkat ettiklerini sorarak başlıyordu. “Başarı için iyi hazırlanmaktan da daha önemli olan yeri geldiğinde doğaçlamada iyi olabilmektir” diyordu. Dolayısıyla böylesi zamanlarda hemen daima rastlantısal sorular karar verdirici olurdu. Arkadaşım buna katıldığını belli eden bir mimikle yanıt verdi ve aklına gelen bir anekdotu anlattı. Duruma uygun güzel bir öyküydü ama şimdi ayrıntılarını hatırlayamıyorum.

Akıllılık ve insan doğası hakkında bilgili olmak gibi yetenekler gerçek hayatta bizim düşündüğümüzden çok daha az önemlidir” diyen onuncu tez bu sürprizli ifadesini biraz yumuşatarak devam ediyordu: “Bununla birlikte her başarılı insanda bir tür deha vardır”. Benjamin bu dehanın eserde saklı olduğunu düşünüyordu. “Nasıl yalnız olduğu sırada Don Juan’daki “erotik dehayı” anlamak imkânsızsa kişide de eseri dışında böyle bir deha aramak anlamsız bir iş olur” diyordu.

Çaylarımızı tazelemek için garsona seslenme bahanesiyle bir ara vererek sıkıldı mı yoksa ilgisi sürüyor mu diye arkadaşımı yeniden yokladım. Devam edebiliriz gibi görünüyordu, zaten sonlarına gelmiştik. On birinci tez (tabii ki ikimiz de Marx’ın Feuerbach Üzerine Tezler’indeki on birinci tezi anımsadık ama bu konu üzerinde durmadan çağrışımımızı karşılıklı küçük tebessümlerle geçiştirdik2) “Bütün başarıların temel yapısı aslında oyunun yapısıdır” diyordu. “Kişinin kendi ismini reddetmesi her zaman onu ketlenmelerden ve aşağılık duygularından koruyacak en sağlam yoldur. Ve oyun da tam olarak kişinin kendi benliğinin engellerini aşmaya dayalı bir engelli koşudur”.

Sonraki tez biraz karışık ve çelişkili gibi görünebilecek bir ifadeyle “Kişi istediği kadar sahtekârlık yapabilir, ama kendisini sahtekâr gibi hissetmemelidir” buyuruyordu.

Son teze geçmeden önce sandalyemde şöyle bir doğruldum, çayımdan yeni bir yudum aldım ve devam ettim: “Başarının sırrı akılda değildir, dilin gösterdiği gibi aklın başta olmasındadır. Mesele aklın mevcut olup olmaması değildir, aklın biçiminde de değildir, aklın nerede olduğundadır”.

Arkadaşım yeniden gülümsedi: “Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur” dedi ki, bu da aslında Benjamin’in tezin devamında söylediklerinden çok uzakta değildi. Kendimden hoşnut bir biçimde tezleri nasıl bulduğunu sordum. Tezlerin en az yarısının sanki onun için yazılmış gibi olduğunu ve etkilendiğini söyledi. Söylenenlerin yalnızca yazarlar için değil, ressamlar, müzisyenler vb. için de geçerli olduğunu ilave etti. “Bu açıdan düşünmemiştim, ama olabilir gibi” dedim. Yine o muzip ifadesini takınarak Âşık Mahzuni’yi örnek olarak almayı önerdi ve tezleri onun açısından gözden geçirdi. Özgünlükten, kendi ilerlemesinden memnun olmaktan, ne yaptığını bilmekten, kitlelerin sahiplendiği imgelerini yakalamaktan, çalışma ve sebattan, verimsiz yerlerde gayret köreltmekten vs söz ederek uygulamayı güzelce kotardı. Masamızda Benjamin’in yanına Mahzuni’yi oturtan bu yaratıcı nüktesine içtenlikle hayran olarak “Bilmem söylesem mi, söylemesem mi?” deyip tabiatın amir hükmünün gereğini yerine getirmek üzere iznini istedim.

3. “Ucuz Psikanalize Karşıyım”

Ama geri döndüğümde yüzünde yine muzip bir ifadeyle karşıladı beni. Tabletini çıkardı ve bu kez kendisinin bana bir şeyler okuyacağını söyledi. Beni beklerken çabucak mı araştırdı, önceden mi hazırlamıştı bilmiyorum. “Benim de sana bir hizmetim dokunsun” dedi geniş bir gülümseme eşliğinde: “Biliyorsun ucuz psikanalize karşıyım.” Yine Benjamin’dendi okudukları: “Öykü Anlatıcısı”3. Yazıyı biliyordum ve daha o okurken lafı nereye getireceğini kestirdim. Yazdıklarıyla ilgili eski bir yorumuma yeniden itiraz edecekti. Hakikaten insanın peşini bırakmayan, pes etsen bile “tiz sesle bir daha pes eder misin” filan diyen bir tarafı vardı. Ama sözü ona bırakmak ve dinlemekten başka yapabileceğim bir şey yoktu o sırada. Okudu:

Bir öyküyü hafızaya nakşetmek için psikolojik analizi engelleyen yalın ve etkili anlatımdan daha iyisi yoktur. Ve öykü anlatıcısının psikolojik nüanslardan vazgeçme süreci ne denli doğalsa öykünün dinleyenin hafızasında yer etme talebi de o denli büyür; öykü dinleyenin kendi yaşantısıyla/deneyimiyle ne denli bütünleşirse dinleyenin öyküyü er ya da geç başka birisine tekrarlama eğilimi de o denli kuvvetli olur. (…)Dinleyen kendisini ne kadar unutursa dinlediği şey hafızasına o kadar derin işler”.

“Psikolojik analizi engelleyen” sözcüklerini vurguladığını gözden kaçırmadığımı belirterek, “Ne söylemek istediğini anlıyorum” diye başladım söze, “ucuz roman da ucuz psikanaliz de istemiyorsun. Edebi eleştiri için psikanalizin kullanıldığı bazı çokbilmiş yazılara en az senin kadar sinir olduğumu da biliyorsundur. Analitik formüllerin edebi eserlere basmakalıp biçimde uygulanmasına itirazın anlaşılır. Yazdıklarından kalkarak yazarın iç dünyasını çözümleyiveren metinlere, beylik simgeleri çözümlemede savurganca kullanan yazılara kızgınlığın da öyle”.

Bu kadarını söyleyip durdum. Talih bugün benden yanaydı. Arkadaşıma ayrılırken vereceğim hediye (kitap) çantamdaydı, kitabı okurken de hep onu düşünmüştüm. Belki ben de o eski yorumuma yaptığı itirazı unutmamıştım, belki ben de onun kadar inatçıydım. Belki bir defa da “tiz sesle pes ettirmek” isteyen bendim. Tolstoy’a sevgisinin ve merakının kızgınlığına üstün geleceğini biliyordum. Kitabı çantamdan çıkardım, masaya koydum. “Müsaade edersen,” dedim, “konuşmamıza sen bu kitaba bir göz attıktan sonra devam edelim”4.

“Seni kalleş!” der gibilerden omzuma şöyle bir yumruk attı, “Bilmem okusam mı okumasam mı?” diyerek Mahzuni’nin türküsünü söylemeye başladı.

______________________________________________________________

1 Benjamin W (2005) Selected Writings. Volume 2, Part 2: 1931-1934. Edited by Jennings MW, Eiland H. Harvard University Press, Massachusetts.

 https://www.marxists.org/archive/marx/works/1845/theses/theses.htm

3 Benjamin W (2006) Selected Writings. Volume 3: 1935-1938. Edited by Jennings MW, Eiland H. Harvard University Press, Massachusetts.

4 Rancour-Laferriere D (1998) Tolstoy on the Couch: Misogyny, Masochism and the Absent Mother. MacMillan Press, London.