Öğle yemeğini Vetiş Usta'nın lokantasında yedikten sonra işe geri dönerken ara sıra yaptığım gibi Cerrahpaşa Camii'nin avlusunda bir mola verdim. Giriş kapısının sağındaki banklardan birisine oturdum ve ancak yüzyıllardır var olan böylesi mekânların insana tattırabileceği o zamanda yüzüyor olma duygusuna kendimi bıraktım.
Böyle durumlarda bazen yaşımı unuttuğum oluyordu, çok yaşlı ya da çok küçük olabiliyordum, onun için zamanda yüzmekten söz ettim. Şadırvan altına dairevi yerleştirilmiş taburelere oturup abdest almak için çıplak ayaklarını musluklara uzatan birkaç kişi kendi aralarında konuşuyorlardı. Giriş kapısının önüne asılmış panodaki ışıklı yazılara gözüm takıldı. “Salâtı, bilhassa orta salâtı unutmayınız” diye yazıyordu.
Belki bu akşam yazımı yazarım diye düşündüm. Aklımdan Burkard Sievers’in zihne ziyafet kabilinden yazıları geçiyordu. Kapitalist açgözlülük ile ilgili fikirlerinin ülkenin gündemine ne kadar uyduğunu düşünüyordum. Eğer onun yazdıklarında şirket yerine parti, hissedarlar yerine seçmenler, para yerine oy, CEO yerine lider sözcüklerini koyarsam yaşadıklarımıza ilişkin bazı açıklamalar bulacakmışım gibi geliyordu. Evet, açgözlülük ilgi çekici bir konu olabilirdi; kişinin ihtiyacı ya da hakkı olandan fazlasını istemesi. Sievers açgözlülüğün düşünmeyi ketleyen ve gerçekliği yalnızca arzulanan ve katlanılabilenle sınırlayan psikotik bir dinamiği olduğunu öne sürüyordu. İçimden ona şunu sormak geçti: Bir süredir kentin sağında solunda karşıma çıkan şatafatlı AVM’leri ya da inşaatları bitmek tükenmek bilmeyen yüksek binaları görmek içime zarar veriyormuş gibi hissediyordum ve belki şimdi cami avlusuna sığınmam bile bu nedenleydi. Acaba böyle hissederek ve davranarak ben de gerçekliği katlanabildiğimle sınırlamış mı oluyordum?
Onun ağzından kendime cevap vererek konuşmayı sürdürdüm. Açgözlülük her şeyden önce adaletsizlikle ilgilidir. Daha fazlası için çabalamanın açgözlülük mü yoksa kabul edilebilir bir arzu mu olduğu mevcut zamanın düşünce ve imgelemine bağlıdır. Demek ki bana açgözlülük olarak görünen şeyler başkalarının zihninde ilerleme ve gelişme gibi başka sözcüklerle ifade edilebilen şeylerdir.
Hem bireysel hem toplumsal bakımdan ele alınabilirdi bu konu. Bireysel olarak ele alındığında açgözlülük insanın içindeki boşluğu doldurmanın yetersiz bir aracıdır. Eğer açgözlü kişi elde edip biriktirdiklerinin değersizliğini başkalarının gözünden gizlemeyi başarırsa onların kıskançlığı açgözlü kişinin gururunu besleyen bir yedek doyuma dönüşebilir. Gurur, bilinçdışı olarak açgözlülüğün kılık değiştirmiş bir biçimi olabilir. O halde, diye düşündüm, açgözlülüğü başkalarında bulmak çok daha kolay olsa gerek. Winnicott’un hemen burada söze karıştığını duydum: “Aslında açgözlülük öylesine ilkel bir şey ki, insan davranışında gizlenmiş olmayan haliyle ortaya çıkmaz pek”.
Ayaklarımı ileri doğru uzatmış, gözlerimi kısmış kendi kendime bunları düşünürken şadırvandan doğru kırçıl sakallı ben yaşlarda bir adam gelip selam vererek bankta yanıma oturdu. Diğer banklardan birisinde hayli yaşlı ufak tefek bir adam başı öne düşmüş uyuklayarak oturuyordu, ama kalan iki bank boştu, pekâlâ onlara oturabilirdi, neden yanıma gelip tefekkürümü bozdu diye biraz canım sıkıldı. Hatta tuhaf kaçacağını fark edivermesem, “Özel bir şey konuşuyoruz da!” gibi bir şeyler bile söyleyebilirdim.
Kısa bir sessizlikten sonra, “Adım Mehmet” diye söze girdi adam. “Eskiden buranın muvakkithanesinde çalışırdım”.
“Ne güzel!” dedim sesime yapmacık bir nezaket ve ilgilenmediğimi belli eden bir donukluk katarak.
“Ben de sizin gibi zaman içinde yüzmeyi seviyorum, onun için yanınıza oturdum” diye devam etti. “Zamanı tayin etme konusunda kabul görmüş bir ustalığım vardır. İnsanın içinde değişik yaşların olduğunu bilirim. Ayrıca rüyalarla ilgileniyorum. O yüzden sizin durumunuzu hemen anladım, kafanızın içinde dönen bir rüya olduğunu da görebiliyorum.”
“Kafamdaki rüya mı? Nasıl yani?” diye kekeledim. Meczubun teki miydi yoksa gerçekten bir bildiği mi vardı? Ne demek istediğini sordum.
-Yazmakla ilgili… Sanki yazmakla ilgili bir şeyler düşünüyordunuz. Açgözlülük, yazı yazmak ve mevcut zamanın imgelemi gibi sözcükler duyuyorum.
-Duyabiliyor musunuz?
-Evet, şu Sievers ve diğerleriyle konuştuklarınızı yani.
-Tanıyor musunuz ki onları?
-Sizin tanıdığınız gibi, sizi tanıdığım gibi.
-Beni de?
-Evet, mademki yazacaksınız ben de söyleyeyim. Rekabeti yönlendiren açgözlülük olduğunda yolsuzluk kapıya dayanır. Kârı en fazlaya çıkarma hedefi çoktandır ekonominin bir gereği olmaktan çıkıp insanın kişisel çıkarıyla ilişkili hale geldi. Şirketlerde çalışanlar temelde zenginlik biriktirmek için birer “araç” oldular, para kaynağı haline geldiler. Ah sevgili Türkay biraderim, ben yerin altından niye çıktım biliyor musun?
Belki ilk kez dikkatle baktım ona, alnındaki kömür karasını ancak şimdi fark edebiliyordum. Aklım karıştı, dudaklarımdan “Soma!” kelimesi dökülüverdi. Muvakkit usulca devam etti.
- Acımdan duramadım yerimde. Bu kadarına dayanamadım. Senin konuşmalarını duyunca yanına geldim. Şöyle diyordu duyduğum ses: “Tüm duyguları bastıran bu açgözlülük suçluluk duygusunun değerini de sıfırlar, sevme arzusunu da, yas tutmayı da. Açgözlülük günahların en toplumsalı, en politik olanıdır”.
Nasıl başa çıkılabilir ki bu açgözlülükle diye düşündüm. Zihnimde, “En çok biz mağduruz. Sermaye yatırdık” diyen patronun sesi uğulduyordu. Çakıp sönen görüntüler sanki üzerime hücum ediyormuş gibiydi: Yerde yatanı tekmeleyen, fıtrattan, kaderden söz eden, gömleğini üzerime doğru sallayan insanlardan kaçmaya çalışıyordum. Ne zaman kurtulacağız bu karanlık geceden diye sormak için muvakkitin gözlerini aradım. Ama daha eskilerden bir ses, Sabit’in sesi ondan önce davrandı:
Şeb-i yeldâyı müneccimle muvakkit ne bilir,
Mübtelâ-yı gama sor kim geceler kaç sâ'at.
(En uzun geceyi ne müneccim ne de muvakkit bilir/Geceler kaç saat sen gam çekenlere sor)