İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı'nı tekrar kazanan Ekrem İmamoğlu 31 Mart gecesi Saraçhane'de toplanan on binlerce kişiye hitap ederken...
Ben sık sık insanları özür dilemeye ve özeleştiriye davet ederim, hem özel hayatımda hem de mesleğimde.
Okuyanlar, tanıyanlar vakıf.
Eh hâl böyle olunca ikisinden de kaçmam imkânsız.
Öncelikle özeleştirimi vererek başlamak isterim.
Hayatımda bir ilk olarak, ben bu seçimde oy kullanmadım.
Tüm siyasi partilerden bir şekilde şikâyetçi ve artık AK Parti karşısında kiminin yüzdesini yüksek tutmak, kiminin ihtiyacı olan o bir kişilik oy olma baskısından yılmış olarak, gerçekten beklediğim siyaseti ortaya koyan, iyi kadrolar, iyi adaylarla karşımıza çıkmayan hiçbir partiye oy vermek istemediğime karar verdim.
Ve politik bir tutum olarak sandığa gitmedim.
18 yaşında kazandığım oy verme hakkımı hep birtakım denklemler -nadir örnekler dışında- matematikler ve 'zulmedeni koltuğundan indirme' saikiyle zoraki olarak bir arada davranma güdüsüyle gerçekleştirmekten bıkmış bir vatandaşım. Oy vermekten daha iyi bir seçenek olduğuna, siyasi partilerin artık vatandaş tarafından cezalandırılmasına, bunun da sandığa gitmeyerek yapılabileceğine karar verdim.
Buna 'politik bir tutum' tanımı verirken aslında durumumun küskünlük ve yılgınlık olduğunu gözden kaçırmışım.
Öfkemi bile yitirmiş, yerine kapkara çaresizlik hissiyle kavrulmuş bir küskün seçmen olduğumu fark edememişim.
Ülke insanına, ülkeye, siyasetçilerine, sandığa topyekûn bir inanç kaybı ve küskünlük yaşadığımı anlayamamışım.
Hele insana olan inanç kaybımı şimdi biraz da utanç hissederek değerlendiriyorum. Türkiye'de yaygın olan 'aydın üsttenciliği'ne düşüp halka, vatandaşa, insana inanmama, güvenmeme noktasına evrilmiş olabileceğimi düşünmenin yangınıyla yazıyorum aslında bu yazıyı…
Kendimi sık sık 'belki de bu ülkede kalma inadı ve ısrarında yanlış yaptım' derken buldum tüm seçim sürecinde.
Büyük bir vazgeçmişlik hâline büründüğümü göremedim.
Yazılarımdan da küskünlüğüm hissedilmiş olsa gerek, son dönem okurlardan 'sakın yazmayı bırakma' notu alıyordum.
Artık inanmadığım, aklıma yatmayan, beğenmediğim, ikna olmadığım koşullarda sandık görevimi de yerine getirmeyeceğim, deyip duruyordum.
Oy vermediğim için pişman mıyım, hayır değilim. Ama bunu yapmama neden olan sebeplerime, yani kendimi doğru okuyamadığım için biraz kendime kızgınım.
Küsmek ve kırılmak, beraberinde yığılmayı, yılgınlığı getirir, bunu gözden kaçırmış olmayı kendime yakıştıramadım.
Bir vatandaş olarak yılgın ve yıkık hissettiğimi anlayamamışım.
Öfkelenmek, kızmak, tepkili olmaktır hakkını arayan muhalifi ayakta tutan.
Küserek hakkımı aramaktan vazgeçme noktasına savrulmuşum, bunun özeleştirisini vermekle yükümlüyüm, tabi önce kendime ve elbette sonra siz okurlara…
Şimdi gelelim özür kısmına…
Sanıyorum CHP'yi en ağır eleştiren yazarlardan biriyim. Sürdürdükleri siyaseti, aday seçimleri esnasında yaşanan o pazarlık süreçlerini, kabul edilemez bazı aday tercihlerini, artık partide olmaması gereken ama hâlâ 'tutulan' bazı isimleri, her seçim sürecinde girdikleri benzer arayışları kabul edilmez buldum, hâlâ da buluyorum.
Fakat özellikle İstanbul'u ve verilen çabayı küçümseyip yok saydığımı kabul etmek zorundayım.
İmkânsızlıklar içinde kazandıkları bu başarıyı asla kazanamayacakları, aksine Türkiye genelinde dibe çakılacaklarını yazdım durdum.
Bunun için bir özür borçluyum.
Ha bu özür de sakın yanlış anlaşılmasın, yükselen değere doğru meylettiğim algısı oluşmasın. CHP'ye dair düşüncelerim sabit. Bundan sonrası için partide köklü bir düzelme beklediğim de tartışmasız.
Ama ülke insanı, üstelik deTuzla, Beykoz, Üsküdar, Gaziosmanpaşa, Denizli, Manisa, Bursa gibi 'asla olmaz' dediğim bölgelerde ne olursa olsun, sevsede-sevmese de, inansa da- inanmasa da CHP'ye sarılıp bu dar boğazdan çıkış için direnmeye sandıkta devam ettiği için, tüm ülke halklarından özür dilemem gerekir.
Ben bu seçim sonuçlarını öngörememiş olmanın özrünü değil, insanımıza dair girdiğim bu inançsızlaşma süreci için özür diliyorum.
Ve evet CHP'de 'iyi çalışan' o azınlığı görmezden geldiğim için de o CHP'li azınlıktan özür diliyorum.
Yaşamakta olduğumuz açlık seviyesindeki ekonomik kriz veya Kemal Kılıçdaroğlu'nun gidişi… Artık bu kazanıma her ne gerekçe gösterilirse gösterilsin, ben bu kazanımı benim gibi yılgınlaşmayı değil de mücadeleyi sandıkta devam ettirmeyi seçen Türkiye insanlarına yazıyorum.
Bu seçimin, her ne ve her kim olursa olsun 'artık yeter' diyen insanlar sayesinde kazanıldığı görüşündeyim.
Türkiye'de âdetten değildir; ne özür dilemeyi severiz, ne eleştirilmeyi. Hele kendini eleştirmek diye bir olgudan -aslında ihtiyaçtan mı demeliyim- pek azımız haberdar!
Ben özrümü de özeleştirimi de; özellikle Van'da ve diğer Kürt seçmen illerinde yaşananları da, o yaşanan haksızlıklar karşısında ummadığım 'muhalif' kişilerin desteğini de, İmamoğlu'nun 'barış umudunu Tayyip Erdoğan'ın tekelinden çıkartmasını' da görerek, her şeye rağmen mücadeleye sandıkta ve sonrasında devam eden insanların önünde saygıyla eğilerek tamamlamak istiyorum…
Tuğçe Tatari kimdir?Tuğçe Tatari, 1980 yılında İstanbul'da doğdu. İstanbul Akademi Radyo Televizyon mezunu. Gazeteciliğe 2000 yılında Habertürk'te muhabir olarak başladı. 2004 yılında Vatan gazetesine geçti. Gazete, dergiler ve ekler olmak üzere, dört yıl muhabirlik yaptı. 2009 yılında Akşam gazetesinde köşe yazarlığına başladı. Güncel konulara, sosyal hayata ve popüler kültüre dair eleştirel yazılar yazması için aldığı köşe yazarlığı teklifini kabul ettikten bir sene sonra siyasi yazılar yazmaya başladı. Akşam gazetesine Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu TMSF'nin devlet adına el koymasının ardından, 2013 Haziran ayının sonunda Gezi Parkı olaylarına "mesafeli" durmadığı gerekçesiyle işten çıkartıldı. "Eski ana akım medyada yasaklı" konumuna gelen ve izleyen dönemde T24'te yazmaya başlayan Tuğçe Tatari'nin, Kürt sorununu ele aldığı ve halen "yasaklı yayınlar" arasında bulunan "Anneanne Ben Aslında Diyarbakır'da Değildim" adlı bir kitabı bulunuyor. |