Tuğçe Tatari

28 Şubat 2025

Mevzu barış olunca boynumuz kıldan ince, ama bu nasıl mümkün olacak?

Hep diyoruz ya “Mevzu barışsa boynumuz kıldan ince… Barış olacaksa itiraz etmek imkânsız” diye. İşte tam olarak öyle bir andayım ben de aslında. Ama demokrasinin d’sinden dahi söz edemediğimiz bugünlerde“Bu nasıl mümkün olacak” diye sormadan edemiyor insan!

Kilitlenmiş İstanbul trafiğinde, bir taksinin arka koltuğuna sığınmış, elimde cep telefonu, canlı yayında DEM Parti’nin açıklamasını izliyorum.

Öcalan’ın tarihi çağrısı, kendi yazdığı üç sayfalık mektupla tüm dünyaya duyuruluyor.

Önce Kürtçe okunuyor mektup.

Taksinin ekranında da benim telefonumda da eş zamanlı yankılanıyor Ahmet Türk’ün sesi. Şoför arkadaş “Ben de Kürtçe biliyorum” diyor.

Ama tercümeye gerek yok, son cümle oldukça net anlaşılıyor, “PKK kendini feshetmelidir” diyor Abdullah Öcalan…

Bir önceki Öcalan’ın tarihi çağrısını hatırlıyorum, Diyarbakır Newrozundayız, ülkenin sağlı sollu tüm yayınlarından gazeteciler orada. Sahnede yine aynı iki isim, Sırrı Süreyya Önder ve Pervin Buldan.

Bu kez Kürtçe okumayı Pervin Hanım yapıyor.

O anlardan zor sıyrılıp geliyorum bugüne.

Arada o kadar büyük bir fark var ki, karşılaştırmak bile belki saçma kalıyor.

O günler her şeyden öte çok daha demokratik bir ortam varmış, konuşulup tartışılıyor, fikirler, görüşler paylaşılıyormuş. Yayınlara konuk oluyor, yazılar yazarak ‘olay yerinden’ bildiriyormuşuz. Her şey ne kadar çok değişmiş, gerilemiş…

O günlerde hatırlıyorum, Kürt halkının, barışa yönelik kafasında sorular olmasına rağmen ‘önderlik’ diyerek dinlediği Öcalan ne derse orada birleşiyor olmasını tartışıyorduk yayınlarda.

‘İçeride’ tam bir ikna hâli olmasa da ‘dışarıya’ bu durumu belli etmeme hâlinden söz ediyorduk.

Her şeyden öte bugün hiçbirimiz ‘orada’ değiliz, orada olanların ne düşündüğünü de bilmiyoruz aslında.

Aradan geçen yıllar o kadar yakıcı ve yıkıcıydı ki, ne biz aynı kaldık ne de yaşananlar aynı! Herkes birbirinden çok daha uzak belki artık.

Belki artık barış da başka bir barış…

Açıkçası ben bir ‘Öcalan çözümleme uzmanı’ değilim.

Öcalan’ın söylediklerinin altını üstünü analiz etme yetisine de sahip değilim.

Şimdi biliyorum herkes aynı çabaya girecek, öyle dedi, böyle demek istedi denecek.

Ben buralara girmeyi tercih etmiyorum.

Dediğim gibi böyle bir ‘uzmanlığım’ da yok. Sadece bu alanda çalışmaları olmuş, meseleye bir köşesinden bakma fırsatı bulmuş biriyim.

Ve bu barışın, şekli şemaili, tarzı ve hızı benim yorumlayabileceğimin, algılayabileceğimin çok daha ötesinde diyorum sadece.

Bu kimsenin dahil edilmediği, kayyım siyasetinin, gözaltıların, tutuklamaların, ayrımcı tavırların devam ettiği Türkiye gerçekliğinde bu barış nasıl inşa edilecek ve benimsenecek -benimsenmesine ihtiyaç var mı ki- ya da bu barış tam olarak kimin barışı olacak -bir önemi var mı ki- gibi cevapsız sorular içinde umudu yeşertmeye çalışırken buluyorum kendimi.

Bu savaşın bedelini ödeyen, gözyaşını akıtan, kayıplar veren yüzbinlerce insan varken belki de benim gibi ‘tuzu kurular’ın söyleyeceği sözler de önemsiz diyorum bir yandan.

Hep diyoruz ya “Mevzu barışsa boynumuz kıldan ince… Barış olacaksa itiraz etmek imkânsız” diye. İşte tam olarak öyle bir andayım ben de aslında. Evet mutlaka barış gelmeli, mutlaka silahlar bırakılmalı, demokratik bir çerçevede konular, sorunlar, eksiklikler, ayrımcılıklar, yok saymalar değerlendirilmeli elbette, zaten bu konularda kim ne diyebilir, nasıl bir itirazı dillendirebilir?

Ama demokrasinin d’sinden dahi söz edemediğimiz bugünlerde, nefes çemberi her gün, her kesimden muhalif için biraz daha daraltılırken insan bu nasıl bir barış ki böyle, bu nasıl mümkün olacak diye de sormadan edemiyor işte!