İnsanın yaşadığı ülkede çoğunlukla kendini yalnız, yapayalnız hissetmesi ve bunun doğal bir sonucu olan neredeyse 'her şeye itiraz eden kişi-kişiler' haline dönüşmüşlük üzerine sık düşünen biriyim -kendimi de dönem dönem aynı kıskaçta hissettiğimden olsa gerek-.
Şimdilerde Cumhuriyet'in 100. yılı üzerinden yaşanan tartışmalarda da kendimi yine aynı yerde bulmaktayım. Cumhuriyet'in 100. yılını sadece 'kutlamanın görkemi', asılan bayrak sayısı, bestelenen marşlar, iptal edilen resepsiyonlar, kutlayan-kutlamayan bölgeler ve AK Parti Türkiyesi üzerinden tartışmayı son derece yetersiz, yüzeysel ve gerçek dışı buluyorum.
Kimse kusura bakmasın veya kusura bakanları da hiç tutmayalım önden buyursunlar… Cumhuriyet'in ilk 100 yılda kaybettiklerini konuşmadan sadece Atatürk sevgisi, beğenisi, başarıları ve mavi gözleri üzerinden, sadece ve sadece 'Ata'ya övgüyle' yetinen düzeye indirgenen bir Cumhuriyet'in, hukukla çevrelenmiş gerçek bir demokrasiyle var olamayacağı görüşündeyim.
Kaldı ki an itibarı ile Cumhuriyet Türkiye'de sadece sembolik olarak mı varlığını sürdürmekte konusunu da konuşmuyoruz/konuşamıyoruz, kimsenin böyle bir tartışmaya lüzum gördüğü filan da yok. Varsa yoksa nereler ve kimler / ne yaparak ve nasıl kutluyor, sanki elimizdeki tek ama tek ölçüt bunlarmış gibi…
Muhalif Cumhuriyetçi kesim nezdinde görkemli bir kutlama görüntüsü verilmesi yeterli gibi görünürken yazar-çizer takımının da büyük bir kısmı için 'gösteriler ve kutlamaların görkemi' konusu dışında Cumhuriyet konusunda pek de başka bir mesele(miz) yok gibi anlaşılıyor.
Oysa ilk yüz yılın zayiatı bazı alanlarda çok büyük… Misal, Kürtler ve Ermeniler zaten bildiğiniz üzere, var oluştan konunun dışında bırakılıyor... Cumhuriyet'in ilk 100 yılda kaybettikleri, o manada da bir geriye dönük bakış, hesaplaşma, temize çekme ihtiyacı 'hâlâ' duyulmuyor. Düşünün; geride kalan 100 yıl bu manada da pek bir yol aldıramamış Türkiye'ye.
Peki hadi 'geçerli bakış açısı'nı milliyetçilik, devletçilik ilkesine sıkı sıkıya bağlı kalarak 'güçlendirmiş' bir Cumhuriyet olarak kabul edelim Türkiye'yi… Acı haber, o pencereden baktığımızda da işler hiç iç açıcı bir noktada değil! Eğitim ve eğitimde fırsat eşitliği, halkçılık, köylünün millete efendiliği, laiklik, ulusun egemenliği, milli birlik, çağdaşlaşma, akılcılık ve insana saygı gibi Cumhuriyet'in temel ilkelerini oluşturan unsurların da ilk 100 yılda ne halde olduğu açıkça ortada.
Cumhuriyet'in milliyetçilik ve millet açısından geldiği hali dahi tartışmayan, daha doğrusu gerçeklerle yüzleşmeyen/yüzleşemeyen bir 'milliyetçilik' veya 'cumhuriyetçilik' olgusu da ne kadar gerçekçidir, bunu da bir tartmamız gerektiği inancındayım.
Cumhuriyet, okullarda çocuklara Atatürk'ün hayatının ve başarılarının ezberletilmesi, kişiye-kişilere duyulan hayranlığın sürdürülmesi kadarsa, Cumhuriyet'in eğitime katkısı bu olarak algılanıyorsa…
Cumhuriyet, büyük markaların üzerine duygulu kısa filmler yayınlaması kadarsa…
Cumhuriyet, siyasi partilerin 'sahiplenici' veya 'sahiplenmeyici' beyanları kadarsa…
Cumhuriyet kimin masasının arkasında Atatürk portresi asılı olup olmadığıyla ölçülecek kadarsa…
Ve tüm bu unsurlarla ortaya çıkan tablo, 'onlar açısından' Türkiye'de Cumhuriyet'in başarısına dair bir sonuç ortaya koyuyorsa… Cumhuriyetten beklenen 'görüntüde ne olduğu'yla sınırlıysa -ki görüntü de herkeste aynı cereyan etmiyor, edemez-…
Kaç kişinin bayrak salladığı…
Kaç kişinin atasından söz ederken gözlerinin dolduğu…
Kaç kişinin 29 Ekim'de sosyal medyada ne yaptığı…
Kaç kişinin saygı duruşlarına katıldığıyla hesaplanabilen bir olguysa bu Cumhuriyet…
O zaman Türkiye'nin bugününden ve Cumhuriyet'in durumundan sadece AK Parti iktidarını sorumlu tutmak, tutabilmek ne kadar gerçekçi kalıyor diye de sormak isterim sizlere.
Kendini Atatürkçü, Cumhuriyetçi ve hatta Atatürk milliyetçisi olarak tanımlayanlar açısından…
Eğitimin bugünkü halini es geçip, sadece marşlar ezberletilmiş, kırmızı-beyaza büründürülmüş 'temiz pak çocukları' izleyerek 'memnun' kalınabilmesi, Cumhuriyet meselesinin ilk 100 yılda Türkiye'de salt bir fetişizmden öteye gidemediğinin de ispatı niteliğindedir bana göre.
Tüm bileşenleriyle vasata teslim olmuş bir Cumhuriyet'i gelecek yüzyılda hatasıyla, doğrusuyla yüzleşerek nasıl yeniden doğurulabileceğini tartışan/tartışabilen bir nesil yaratmaya kafa patlatmadıkça, hamasi söylemlerle sadece görüntüye hapsolunur, manaya asla yanaşılamaz ve bugün de o yaşanmaktadır bana göre.
Türkiye cumhuriyetçilerinin, seçme ve var etme hakkını kazandığı devletten tek beklentisi "sen bir şekilde 'görkemli' bir kutlama yap, bayrağınla, portrenle, şiirinle, şarkınla, gözündeki yaşınla, duyarlılığınla saygılı görün bize yeter" mesajı veren bu 'Cumhuriyet coşkusu'nu yaşayış biçimi, gelecek nesillerin de konuya bakışının aynı yüzeysellikle sınırlı kalması anlamına gelir.
Ve sadece iktidarın değişmesini çözüm, yeni bir Atatürk'ün doğmasını beklemeyi kurtuluş umudu gören, hiçbir hatasıyla yüzleşmeyen, politik bilinci olmayan, neden-sonuç ilişkisinden bîhaber, başına gelenleri kader sayan ve sorgulama yeteneği bulunmayanların, etnik aidiyeti yücelten beyanların tek geçer akçe olduğu, ancak ilerlemenin mümkün olmadığı bir toplum olmaya mahkûm olursun.
Ha sen o mahkûmiyet içinde de 'gösterişli bir kutlama'ya fitsen, "sen bu akıbete müstahaksın" demek de yeterli olmayacaktır bana göre!
Çünkü yetinen çoğunluğun Cumhuriyet'ten beklentisi, dönüp dolaşıp memleketin kaderi, memleketin teslimiyeti kabullenişi olmuştur bana göre!
Tuğçe Tatari kimdir? Tuğçe Tatari, 1980 yılında İstanbul'da doğdu. İstanbul Akademi Radyo Televizyon mezunu. Gazeteciliğe 2000 yılında Habertürk'te muhabir olarak başladı. 2004 yılında Vatan gazetesine geçti. Gazete, dergiler ve ekler olmak üzere, dört yıl muhabirlik yaptı. 2009 yılında Akşam gazetesinde köşe yazarlığına başladı. Güncel konulara, sosyal hayata ve popüler kültüre dair eleştirel yazılar yazması için aldığı köşe yazarlığı teklifini kabul ettikten bir sene sonra siyasi yazılar yazmaya başladı. Akşam gazetesine Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu TMSF'nin devlet adına el koymasının ardından, 2013 Haziran ayının sonunda Gezi Parkı olaylarına "mesafeli" durmadığı gerekçesiyle işten çıkartıldı. "Eski ana akım medyada yasaklı" konumuna gelen ve izleyen dönemde T24'te yazmaya başlayan Tuğçe Tatari'nin, Kürt sorununu ele aldığı ve halen "yasaklı yayınlar" arasında bulunan "Anneanne Ben Aslında Diyarbakır'da Değildim" adlı bir kitabı bulunuyor. |