Esra Solin Dal
Ülkede birçok şey değişiyor, hissediyoruz.
Her şeyden önce gündemin artık tek bir sahibi, belirleyicisi yok. 21 yıllık bir süreden sonra hepimiz yeniden Meclis TV izler, Ankara'yı yakından takip eder olduk.
Zamanla yılgınlığımız, bıkkınlığımız, vazgeçmişliğimiz yerini o eski tanıdık mücadeleci ruhlarımıza bırakacak gibi görünüyor.
Evet esen meltemden razıyız.
Ama hiç değişmeyen bazı şeyler var…
Genelde de gazeteciler üzerinden yaşanıyor bu karanlıkların tekrarı.
1 Mayıs'ta, onlarca kameranın önünde alanda gördüğü gazeteciler için yüksek sesle "Basını süpürün" emrini verenler, verebilenler, bunca şiddetli nefret besledikleri gazetecileri bir sorgu odasına veya nezarethaneye götürdüğünde nasıl davranır diye düşünmeden geçmemek azım.
Gerçi çok iyi biliyoruz maalesef ama her fırsatta bildiklerimizi tekrar etmekte fayda görüyorum. Zira bunca görünürlüğe rağmen, en temel insan hakları düzeyine dahi çıkamayan iptidai bir durumdayız.
Gazetecilere nasıl davranıldığını çok geriye gitmeden hemen bir örnekle "taçlandıralım" isterim. 23 Nisan'da bir grup Kürt gazetecinin evine baskın yapıldı, gözaltılar vardı.
Konu her zamanki gibi yazılan yazılar, haberleştirilen konular, ısrar edilen "ihlal" haberleri…
Evet muhakkak başına "Kürt gazeteci" tanımını koyarak "acabalar" yaratılmak isteniyordur, isteniyor.
Ama artık bu işin Kürdü, Türkü yok, bunu da bizden iyi bilen yok!
Neyse uzattım yine, 23 Nisan günü gözaltına alınan Esra Solin Dal, tutuklama kararının ardından cezaevine sevk edildi.
Orada da bir kadına, bir kadın gazeteciye yönelik kullanılabilecek en yaygın işkence metodlarından biri olarak "çıplak arama"ya maruz bırakıldı.
"Çıplak arama nedir" diye çok soruluyor; son dönemde, Amerikan cezaevlerinden bildiğimiz o çok tartışmalı çıplak arama uygulamaları Türkiye'de de aynı şekilde uygulanıyor, diyebilirim.
Detay verip, bu işkence metodunu ete kemiğe büründürmek, mağdur ettikleri kişiler üzerinde inşa etmeye çalıştıkları duygunun tekrar yaratılmasına da yardımcı olmak olacaktır.
O yüzden detaylara girmek istemiyorum.
Ama şüphesiz ki uygulanan "şey"i işkence olarak kabul ediyor ve önce mesleğime, sonra kadınlığıma, sonra da tüm varlığıma saldırı sayıyorum.
Bu noktada Solin'in Kürt olması ve benim Türk olmam meseleyi içselleştirmek hususunda inanın zerre kadar bir etki yaratmıyor.
Çünkü esas tehlikeli bulduklarının "haberler, yazılar" olduğunu biliyorum.
Ve mesleğime de sahip çıkıyorum.
Kendi yazıma nasıl sahip çıkacaksam, yazıları-haberleri yüzünden hakarete uğratılarak, öz saygısı sıfırlanmaya çalışılarak cezaevinde tek kişilik bir hücrede tutulan Esra Solin Dal'a da sahip çıkmak, ona yaşatılmak istenenlere karşı direnmek gerektiğine inanıyorum.
Tüm gazetecilerin de aynı refleksle meseleye yaklaşması gerektiğini düşünüyorum.
Bir meslektaşımız eziyete uğruyorsa, orada -amasız, fakatsız- olmalıyızdır arkadaşlar!
Bu artık üzerinde tartışmayı bıraktığımız ve çoktan uzlaştığımız bir husus olmalı, olmalıdır!
Solin'i şahsen tanımam ama fark etmez, mücadelesi mücadelemizdir.
Uğradığı haksızlığı kendim yaşamış kadar önemsemeliyim.
Ona olan sana, bana neden olmasın diye bakmalıyım.
Ve isterim ki hepimiz öyle olalım!
Olmayacağını da bilerek isterim bunu ama işte yıllardır söylediğimiz, sol sloganların da en ünlüsü olan "ya hep beraber ya hiçbirimiz" sözünün gerçeğe dönüşebilmesi hayaliyle yaşayanlardanım.
Sözün özü; bugün (3 Mayıs Cuma) saat 19.00'da Şişhane Meydanı'ndayız. Solin'in gazetecilik faaliyetleri nedeniyle tutuklanması, ardından çıplak arama işkencesine tabi tutulması ve tek kişilik bir hücrede bekletiliyor olmasını protesto edeceğiz.
Ben bir kadın gazeteci olarak "Ay acaba gitmek sakıncalı olur mu" diye düşünmeden orada olacağım. Çünkü içinde bulunduğumuz karanlıktan daha sakıncalı bir durum olmadığını da geride bıraktığımız yıllarda gayet iyi anlamış olmalıyız diye düşünüyorum.
Sizler de erkek, kadın, genç yaşlı; kalkın da artık mesleğimize ve onuruna sahip çıkalım!
Gelin hep beraber "Gazetecilik kimliklere indirgenerek cezalandırılamaz" diyelim.
"Gazetecilik suç değildir" diyelim.
"Çıplak arama bir işkence metodudur ve bunun bir meslektaşımıza uygulanmasını da kabul etmiyorum" diyelim hep bir ağızdan!
Tuğçe Tatari kimdir?Tuğçe Tatari, 1980 yılında İstanbul'da doğdu. İstanbul Akademi Radyo Televizyon mezunu. Gazeteciliğe 2000 yılında Habertürk'te muhabir olarak başladı. 2004 yılında Vatan gazetesine geçti. Gazete, dergiler ve ekler olmak üzere, dört yıl muhabirlik yaptı. 2009 yılında Akşam gazetesinde köşe yazarlığına başladı. Güncel konulara, sosyal hayata ve popüler kültüre dair eleştirel yazılar yazması için aldığı köşe yazarlığı teklifini kabul ettikten bir sene sonra siyasi yazılar yazmaya başladı. Akşam gazetesine Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu TMSF'nin devlet adına el koymasının ardından, 2013 Haziran ayının sonunda Gezi Parkı olaylarına "mesafeli" durmadığı gerekçesiyle işten çıkartıldı. "Eski ana akım medyada yasaklı" konumuna gelen ve izleyen dönemde T24'te yazmaya başlayan Tuğçe Tatari'nin, Kürt sorununu ele aldığı ve halen "yasaklı yayınlar" arasında bulunan "Anneanne Ben Aslında Diyarbakır'da Değildim" adlı bir kitabı bulunuyor. |