Geride bıraktığımız Cuma'nın öğleden sonrasını İstiklal Caddesi'ne girebilmek için bir aşağı-bir yukarı doğru yürüyerek geçirmişlerden biri olarak hislerimi kendime bile tarifte zorlandığımı itiraf etmeliyim.
Bu ülkeyi yönetenlerin vatandaşından esnafı ve iş insanına, turistinden işletme sahibine kadar hiçbir insana saygı duymadığı ve yaşamlarını ansızın kilitlemiş olmayı önemsemediğini bir kere daha deneyimleyerek hatırladık, çok şükür.
Uzun bir Covid salgını arasından sonra İstanbul'a yeniden gelmeye başlayan turistlerle dolu Taksim'de, onların hadiseyi anlayabilme çabalarını da gözlemleyerek koca bir öğleden sonra geçirdim.
Yapmam gerekeni yapmam, gitmem gereken yere ulaşmam engellenmişti evet ama ben aslında buna öyle alışkındım ki, yadırgamıyordum bile. Bizim normalimiz hâline getirilen bu saygıdan yoksun ilkelliğe eş zamanlı maruz kaldığım Avrupalı turistlerin hayretlerine tanıklık ederken utandım mı, yoksa böylesi mantıktan kopuk, faşizan bir uygulama karşısında yaşadıkları 'otantik şaşkınlığa' özendim mi, bu fotoğrafın onlar kadar yabancısı olma fikrine öykündüm mü?
Sanırım her duyguyu tadabilecek kadar uzun zamanım oldu, hepsine tek tek uğrayabildim, şükür…
Metropol, hatta megapol olma iddiasındaki bir şehrin kalbi konumundaki caddeyi tüm kesişenleriyle beraber, öncesinde ayrıntılarıyla haber vermeksizin, uyarı yapmaksızın kapatmışlar!
Barikatların önü insan yığını.
İşyerine gitmeye, toplantısına, randevusuna yetişmeye çalışana "Ben ne bilicem kardeşim doğru söylediğini" diyerek sunulan 'ispat' şartlarına…
Turistlere "Kaldığın otelin rezervasyon kaydını, anahtarını göster" minvalinde türlü saçmalığa şahit oldum.
İspat şartı aranmayan bir grup da vardı ki, onların durumu çok uzun bir süredir 'vakayı adiye'den sayılır. Gazetecilerden söz ediyorum; elde kalmış bir avuç gazeteci bile İstiklal Caddesi civarına bilâ kayd ü şart, katiyen sokulmadı.
O gün aynı zamanda 'kara Cuma' denen ve ekonominin canlanması, tüketimin tetiklenmesi hedefiyle organize edilmiş bir 'büyük indirim' günü…
Fakat cadde bomboş, dükkânlar sinek avlıyor!
Aynı zamanda, mevsim kış olmasına rağmen hava güzel, terör saldırısının yarattığı korku iklimi yeni yeni kırılmaya başlanmış, yani bir süredir kan ağlayan işletmeler, lokantalar, kafeler için bir teselli fırsatı…
Tüm mekânlar açık ve hazır, fakat müşteri yok!
Neden?
Çünkü barikatlara takıldılar!
Neden?
Çünkü "Şiddete hayır" demek için 'kadınlar akşam saatlerinde İstiklal Caddesi'nde yürüyecek. Ti!
Aman Allahım, korkulu rüya!
Kimse toplu halde herhangi bir konuya itiraz etmesin de ne olursa olsun!
Durmayın tabii kapatın tüm caddeyi!
Sadece caddeyle, parkla da kalmayın, Taksim'e çıkan tüm kesişenleri, tüm 'iltisaklı' yolları da kapatın!
Kilitleyin hayatı, felç edin yaşamı!
Doğru ya size ne insandan, halktan, vatandaştan, turistten falan…
En doğal hak olan yürüyüşü, üstelik şiddet de kullanarak engelleyen bunları düşünür mü hiç? Düşünmez elbette…
Bize de bu anormali normalmiş gibi yaşamak düşer!
Biz değil miyiz aslında hepsine, tüm yaşadıklarımıza ta en başından geçit veren, bize de müstahak o sebeple!
Şimdi bakıyorum seçim konusu 'baskın bir erken seçim olacak' nidalarıyla dillendi yine, 'Mayıs' diyorlar, sebebi belli de neresi erken o belli değil!
Atmosfer ortada…
Durum ortada…
Anketler, araştırmalar ortada…
Özetle; vasata teslim olmuş bir ülke vasat bir şekilde seçime doğru hızla ilerlemekte!
Misal, son olarak Sosyoloji Mezunları Derneği'nin araştırma sonuçları yayınlandı.
Buna göre gençlerin yüzde 81,6'sının düşüncesi, mevcut siyasi partilerden memleketin içinde bulunduğu sorunlara çözüm çıkmayacağı yönünde
Aksi nasıl olacak, 20 yıldır tüm siyasi aktörler aynı!
Yine aynı araştırma kapsamında gençler umutsuz, gençler mutsuz, "Keşke başka bir ülkede doğmuş olsaydım" diyor ve daha önemlisi geleceğin daha da kötü olacağına inanıyorlar.
Haksız olduklarını söyleyebilir miyiz?
Hislerinde haklılar evet ama, aması var, bekleyin…
Peki bu umutsuzluk ve inançsızlık ortamında yapılacak seçimden nasıl bir sonuç bekliyoruz?
Veya bu ortamda yaşanabilecek olası 'felaket senaryoları' karşısında ne için, ne kadar mücadele verebilecek enerjimiz var?
Yorulmayın, ben cevaplayayım hepimiz adına; Hiç! Koca bir hiç!
Genci yaşlısı bir kurtarıcı bekler gibi karanlıkta ve umutsuz, sinmiş ve çökmüş…
Kimi Atatürk, kimi Che Guevera gibi birini beklesin fark etmez; -işte o 'ama' burada devreye giriyor- çözümü kendi üretmeyen bir halk, başına her kim gelirse gelsin, onun güdümünde yaşamaya mahkûmdur! Bu böyle biline…
O 'kurtarıcı'nın -ki o bile yok ortada, ama farz edelim ki son anda 'bulundu'- doğruları, ideolojisi ülkeye hakimken de mutlaka bazı caddeler bazı kitlelere kapatılacak, belki yürümek isteyen kitle profili değişecek, ama mutlaka o günün de bir mağduru olacak!
Belki bu sefer belki siz olmayacaksınız da yan komşunuz olacak, ama mutlaka olacak!
O yüzden de ne diyoruz, sorun politik figür, isim, kişi sorunu değil, sorun kendi kaderini tayin hakkını ve sorumluluğunu eline alamayan halk sorunudur.
Bu sorumluluğu almadıktan sonra da sadece aktörler değişir, belki ideolojiler güç kazanarak pozisyon değiştirir ama sistem aynı kalır.
Sistem aynı olduğu sürece de bizler bu zavallı, bu haksız-hukuksuz, bu renksiz soluksuz filmin figüranları olarak bir şekilde, bir yerinden yaşamaya devam ederiz!
İşte bu beklenti, bilinç düzeyi ve en önemlisi kendimize layık bulduğumuz yönetilme biçimiyle bu memlekette olup olabileceği budur, fazlası çıkmaz!
Varsın seçim mayısta veya haziranda olsun ne fark eder, sistem aynı akışta devam eder!
Tuğçe Tatari kimdir? Tuğçe Tatari, 1980 yılında İstanbul'da doğdu. İstanbul Akademi Radyo Televizyon mezunu. Gazeteciliğe 2000 yılında Habertürk'te muhabir olarak başladı. 2004 yılında Vatan gazetesine geçti. Gazete, dergiler ve ekler olmak üzere, dört yıl muhabirlik yaptı. 2009 yılında Akşam gazetesinde köşe yazarlığına başladı. Güncel konulara, sosyal hayata ve popüler kültüre dair eleştirel yazılar yazması için aldığı köşe yazarlığı teklifini kabul ettikten bir sene sonra siyasi yazılar yazmaya başladı. Akşam gazetesine Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu TMSF'nin devlet adına el koymasının ardından, 2013 Haziran ayının sonunda Gezi Parkı olaylarına "mesafeli" durmadığı gerekçesiyle işten çıkartıldı. "Eski ana akım medyada yasaklı" konumuna gelen ve izleyen dönemde T24'te yazmaya başlayan Tuğçe Tatari'nin, Kürt sorununu ele aldığı ve halen "yasaklı yayınlar" arasında bulunan "Anneanne Ben Aslında Diyarbakır'da Değildim" adlı bir kitabı bulunuyor. |