Bu yazıya rengimi belli ederek başlamayı tercih ediyorum.
Mesele barışsa, nereden geldiğini, neden geldiğini veya sağlam temellere oturup oturmadığını sorgulamadan önce direkt yeşil ışık yakacak olanlardanım.
Herhalde geride bıraktığımız 22 yılın sonunda iktidar ve ortağına yönelik görüşlerim sorgulanamayacak kadar nettir diye düşünüyorum.
Ama toplumsal bir barışa ekmek kadar, su kadar ihtiyacımız olan bugünlerde, aklı başında kimsenin de barışı konuşmaya, barış ihtimalini sahiplenmeye bir itirazı olmayacaktır, olmamalıdır diye düşünüyorum.
Ha “Peki ama bu adamlarla barış mümkün mü” sorusu da oldukça gerçekçi, kabul ediyorum.
Ama ben, hele de devletin barışı dillendirdiği bir zeminde nedenine bakmaz, bu dillenme hâlinden istifade edip toplumun genelini kapsayan ‘neden barışa ihtiyacımız olduğu’ ve ‘bunun nasıl gerçekleşebileceği’ üzerine çalışmalar yapmayı, çabalamayı toplumsal bir görev kabul ederim.
İşin bu kısmını netleştirdiysek şimdi başa dönelim.
Bu estirilmek istenen, konuşturulmak istenen ‘olası’ yeni barış sürecinin yeniden yeşertilmesi durumu MHP lideri Devlet Bahçeli’nin Meclis’te DEM Partili siyasetçilerin elini sıkmasıyla başladı.
Planlı, bilinçli, düşünülmüş bu ‘tokalaşma anı’ hızla bir ‘yeni süreç’ imajının da ortaya sürülmesiyle devam etti.
Özellikle de muhalefetin hazırlıksız yakalandığı bu hamlenin ardından çürüyen gazetecilik mesleğinin her konuda konuşmayı kendine hak sayan isimleri bir bir iddialar ortaya atmaya başladı.
Devlet Bahçeli yeni yasama yılının açılışında DEM Partililerle tokalaştı
Öyle bir boyuta geldi ki bu iddialar, benim bile kafam karıştı, inanın.
O sebepledir ki, ben de Kürt siyasetinin tanınmış isimleriyle bir dizi sohbetler yaptım. Röportaj değil, sohbet!
Yazmak için değil anlamak için!
O sebeple de kimsenin adını ve beyanını kullanmayacağım yazıda.
Maksadım benim bile kafamı karıştıran, bu ‘sağlam ve net bilgiler’ gibi ortaya saçılan ‘haberlerin’ temelini anlamaktı.
Öcalan-Kandil iddiası doğru değil
Öncelikle ‘bilgi olduğu iddiasıyla’ ortaya saçılan bazı söylentileri açıklığa kavuşturalım ve Abdullah Öcalan konusunda köpürtülen iddiaların gerçekliği meselesini bir netleştirelim isterim.
Ne diyor bu her konunun uzmanı ‘meslektaşlarımız’, “Öcalan ve Kandil arasında bir görüşme oldu. Öcalan silah bırakmak yönünde örgüte görüş bildirdi.”
Bu iddianın hiçbir temeli yok. Önce bunu söylemeliyim. Temeli bırakın, bu iddianın gerçekliğine dair bir ipucu dahi yok.
Abdullah Öcalan 44 aydır avukatlarıyla, ailesiyle veya başka bilinen kimse ile görüştürülmüyor, telefon hakkı da yok.
Zaten ‘tecrit meselesi’ bildiğiniz gibi Kürt siyasetinin hâlâ çözüm beklediği başlıca konulardan biri.
Şayet devlet kendi içinde görüşmeler gerçekleştiriyorsa da bundan kimsenin henüz haberi yok.
Öcalan’ın serbest bırakılacağı, ev hapsine alınacağı, hatta hatta kendisine Çankaya’da bir ev tutulduğuna dair iddiaların tamamı bu ‘meslektaşlara’ bir yerlerden üfürülüyor ama üfürükçülerin adresini de ancak bu iddiaları ortaya saçan arkadaşlar açıklarsa öğrenebiliriz. Bizim bilgi alma şeklimiz muhatapları, bilgi sahibi olabilecek kişileri aramak ve sormaktır. Onların bilgi alma şeklini bilemiyoruz!
Abdullah Öcalan
Ekranlarda kendilerine ‘üfürülenlerle’ konuşanlar
Diğer yandan, biten barış sürecinin ardından yaşananlar hâlâ çok taze. Bir barış olasılığının “aradı ve dedi ki” kıvamında tesis edilemeyeceğini biliyoruz.
Geçmiş barış süreçlerini de aktif takip etmiş biri olarak şu anda ekranlarda konuşulanları anlamakta güçlük çektiğimi itiraf etmeliyim.
Yazılarımı takip edenler benim bu ‘gazeteci arkadaşların’ iş yapış biçimlerine bakışımı çok iyi biliyor.
Bir gün konuları alt alta toplayıp ortaya attıkları iddialar ve o iddiaların yarattığı bilgi kirliliğini de ele alarak kendilerini bir bir ifşa etmek istemiyor değilim.
Dün Narin cinayetini bulandırdınız, bugün olası bir ‘barış üfürüğünü’ abuk subuk iddialarla vatandaşa sunuyorsunuz.
Oysa barış meselesi sizlerin okur yazarlık düzeyini çok aşar.
Önce Ortadoğu’yu hem dünü hem bugünü ile; onunla da yetinmeyip tüm aktörlerini, Barzani ayağını, PKK’yı, Kürt halkını -sadece Türkiye de yaşayan kısmı ile de değil- geçmişe dönük -yaklaşık 200 yıl- okumanız, milliyetçi aidiyet benliğinden sıyrılarak Öcalan dahil tüm aktörlerin yazdıklarını, çizdiklerini, konuştuklarını biliyor olmanız gerekir.
Bunlar için de iyi bir okur yazarlık en önemli şarttır.
Bu da maalesef sizlerde yok, biliyoruz!
Google’a ‘Kürt meselesi’ yazıp karşınıza çıkan sonuçları okuyup yayına çıkıyorsunuz. Bunu izlerken görüyor ve utanıyorum.
Neyse, sizlere özel bir yazı var aklımda… Şimdilik yakanızı bu kadarla bırakıyorum.
Geç kalındı ama değerlendirilmeli
Burada şunu da söylemeliyim; şu anda estirilmeye çalışılan rüzgâra ‘yeni bir barış süreci’ diyemeyiz. Bunu diyebilmemize neden olabilecek tek bir unsur dahi yok elimizde.
Bir saniye bile şüphe duymadan diyorum ki, Türkiye’de Kürtlerle sağlanacak bir barış için çok geç kalındı.
Ortadoğu’da yaşanan yangını da göz önünde bulundurursak, geç kalmışlığın boyutunu daha iyi anlayabiliriz.
Ama yine de bu şansı da değerlendirmek gerekir.
‘Kürtler AKP ile anlaştı’ demek, Kürtlerin yaşadıklarını hiçe saymaktır
Kürtlerle barışmak için önce demokrasiyi yeniden inşa etmek, ifade özgürlüklerini, hukuku, adaleti temin etmek gerekir.
Kürtsüz, kadınsız, Alevisiz bir hükümdarlık sürmek isteyen iktidar ve ortağının başlattığı bu tartışmayı yetkin olmayan dillerin elinden alıp ülkenin çok az sayıda kalmış aydınıyla ele almak ve barış olasılığını yeniden konuşulur kılmak önemli.
Bakınız Türklerin en sık düştüğü hata, üstenci bir dille Kürt siyasetine ve Kürt vatandaşlara akıl verme çabasıdır.
Oysa Kürtler Türklere nazaran çok çok daha politize bir toplumdur.
Yani Türkler oy verdikleri partilerce yapılan siyasi hatalara, vatandaşa rağmen atılan olumsuz adımlara ses çıkartmayabilir belki -ki 22 yıl bu anlamda iyi bir örnek önümüzde- ama Kürtler kendilerini temsil eden partiye bu özgürlük alanını tanımaz.
Çünkü mesele aslında halkın meselesidir ve o siyasetçiler Meclis’te bu halkın sorunlarını çözmek için bulunmaktadır. O halk bu meselelerin çözümüne dair basiretsizlik görürse hesabını sorar!
DEM Partili siyasetçiler ‘siyaset gereği’ diyerek tabanlarını ikna edemez.
Yüzbinlerce bedel ödemiş, ödemekte olan bir halktan söz ediyoruz.
“Kimin barışı bu, nasıl bir barış ve kazanımları neler olacak” diye sorgular bu taban.
Çözümleri görmeden, ikna olmadan, somut olaylar cereyan etmeden kimse hiçbir şeye ikna olmaz diyorum.
Daha bugün hâlâ barış anneleri “Barış, hemen şimdi” dedikleri için dayak yerken, barış için miting yapmak isteyenler gözaltına alınırken, “Jin, jiyan, azadi” sloganı dahi ‘terör propagandası’ sayılırken hiçbir temelsiz söz, hiçbir dillendirilen umut Kürtleri yeniden bir iyi niyete ikna edemez, bu artık eskisi kadar da kolay değil.
Devletin sert ve karanlık yüzünü bu ülkede Kürtlerden daha iyi bilene zor rastlanır.
Ama mevzu barış olduğunda da Kürt siyaseti bu mevzuya duyarsız kalamaz, bu konuyu elinin tersiyle itemez, çünkü on yıllardır barış bekleyen, bu uğurda hâlâ hırpalanan bir tabanları var!
Tabanı da bir tarafa bırakalım, Kürt siyasetinin devletle tecrübesi, Türkiye siyasetiyle tecrübesi ve bu tecrübelerin her birinde ödenen bedeller, ağırlığıyla ortada.
O yüzden “Sizi kullanacaklar” demek de “Kürtler AKP ile anlaştı” demek de hem bu insanların tüm yaşadıklarını hiçe saymak hem de onlara yaşatılanlara saygısızlık etmektir bana göre.
Diğer yandan “Sizi anayasa için kullanacaklar” diyenlerin de Kürt meselesi ve çözümüne dair söyledikleri elle tutulur tek bir cümle, önerme, fikir, yol haritası yok ortada.
Sadece Kürtlere durmadan “Bizi satacaklar” iması yapılmakta!
İnanın ben Güneydoğu turunda Özgür Özel neler diyecek misal, merakla bekliyorum. Çünkü ‘yeni CHP’ Kürt meselesinde nerede duruyor, ne düşünüyor bilmiyorum; ‘bunlarla olmaz’ dedikleri noktada kimlerle ve nasıl olacağına dair ortaya koydukları tek bir perspektiflerine de rastlamış değilim. Burada CHP’ye de ana muhalefet partisi olması sebebiyle ve geleceğin iktidarı olma iddiasının da altını dolduracak şekilde cesur bir söylem ve eylem planı hazırlamak düşer!
Bizim gibi geri kalmış ve bırakılmış toplumlarda geleceğe dönük toplumsal dönüşümün ateşini yakabilecek insanlar cesur aydınlardır. Onu da şuna tesis edemiyoruz zira elimizde yok, olanların da cesaretini ellerinden aldılar!
Cesareti yeniden kazanması için aydınlara da yine ana muhalefetin sahip çıkarak, yüreklendirerek, destek vererek ve hatta bir arada omuz omuza yürümeyi teklif ederek bir davet göndermesi gerektiğini düşünüyorum.
Son barış sürecinde masayı devirirken AK Parti ırkçılıkla da bezenmiş, toplumları iyice birbirinden ayrıştıracak düşman dili yarattı.
Sokaklarda insanlar Kürtçe şarkı söylediği veya Kürtçe konuştuğu için şiddet gördü, öldürülenler oldu, çok da geçmiş de kalan olaylar değil bunlar!
Bu sebeple toplum adına o süreçte elde edilmiş ılımlı kazanımların da çok daha gerisindeyiz şimdi.
Bunu yeniden aşmak hiç kolay değil.
Bunu aşmak için önce yeni bir dil, ardından da hızla demokratikleşme çalışmalarına ağırlık vermek gerekiyor, bunlara dair de tek bir emare yok şimdilik.
Anayasa konusuna gelince, hâlihazırda bir anayasamız olduğu söylenemez. Olan kadarına da uyan yok! Cumhurbaşkanlığı kararnameleri ile yönetilen bir ülkeyiz.
Hâliyle anayasa tartışmaları da yapmalıyız bence, evet. Kimse AK Parti’yle oturulup Tayyip Erdoğan’ın yeniden seçilmesinin önünü açacak bir anayasa yapılmasından söz edemez bu aşamada. Ama ‘ülkenin ihtiyacı olan anayasa nedir’, ‘nasıl bir anayasa bu ülkeyi toparlar’, bunları da konuşmak ve tartışmak gerekir.
Ama kimse konuşamaz. Çünkü sadece iktidar ve ortağının konuşması serbest, gerisi suç-değilse de an meselesi!
Bakınız Kobani davası olanca gerçekliği ile ortada duruyor. Barış sürecinde yasal koruma altına alınarak hazırlanan ‘çözüm düzeni’ne rağmen, toplumun önünde gerçekleşen süreçte irili ufaklı rol oynayan hemen herkesi dava ettiler, cezaevlerine tıktılar, mesleklerinden menettiler, yaşam kaynaklarını kestiler. O yasanın koruması bir tek iktidar partisini kapsadı.
Bu pozisyonda ‘yeni bir süreç geliyor’ demek için gerçekten gerçeklikten kopuk yaşıyor olmak gerekir.
Temel mesele barış olmalıdır ve bunun seçimlerle, oylarla, anayasa yapmakla alakası olmamalıdır.
Bizler de her yakaladığımız fırsatı gerçek bir demokratik barış ortamını tartışmaya açmak için iyi değerlendirmeliyiz diye düşünüyorum.
Ben en azından kendi adıma bu yolu tercih ediyorum.
Türkiye’de barış bir araç değil amaçtır, olmalıdır. Bunu siyasi partilere hatırlatmak bizlerin görevidir.
Hiçbir siyasi partinin ‘şahsi’ amacına yönelik bir barış tartışması olmaz, olamaz. Barış olmadığı takdirde savaş sürer ve bu tüm insanlık adına büyük bir kayıptır.
Türkiye’nin de bir barışa acilen ihtiyacı vardır.
Bu barışı ne Devlet Bahçeli ne de Tayyip Erdoğan tesis edemez ama ‘tokalaşarak’ açtıkları bu yeni zemini bizler konuşarak doldurursak, toplumun içinde yaşadığı bu şiddet sarmalının beslendiği ‘sesleri’ devre dışı bırakıp, uzmanların, bilenlerin konuştuğu gerçek ve somut ihtimallerin ortaya konulduğu bir ‘yeniden konuşabilme zemini’ yaratabiliriz-yaratmalıyız diyorum.
Kadın meselesi, hayvan hakları, işçi hakları, ezilen tüm kesimler, ekonomik çöküş, içine düştüğümüz bu şiddet sarmalı, korku imparatorluğu gibi nedenlerle artık yaşamın iyice zorlaştığı Türkiye’de, ancak ve sadece Kürt-Türk barışının da değil, evrensel bir demokratik barışın temin edilmekte olduğuna toplumu yeniden ikna etmemiz gerekir.
Şimdi ekranları açıyorum, her konuda konuşan ulusalcı -ulusol mu desek? - bir ‘meslektaş’ güruhu -yine dalmadan edemedim- manipülatif yorumlar ve sorularla bu konuyu konuşmakta. Toplumun tüm kesimlerini kucaklayan bir barış kesinlikle böyle tesis edilemez.
Zaten hâlihazırda bir barış süreci emaresi yok, dillendirilen bazı iddialar var, iddiaların henüz somut bir dayanağı bile yok.
Özetle evet dillendirilen bir süreç var, gözle görünmeyen ama dolaşıma sokulan ve sanki biraz da bakalım nasıl tepkiler alınıyor diye test edilen bir dönem, neye everilir veya evrilir mi öngörmek zor.
Muhalefete düşen…
Burada iş, muhalefetin bu süreci nasıl yöneteceğine de çok bağlı.
Muhalefetin, geçmişin özeleştirisini verir nitelikte bir varlık göstermesi, yanına barış için çabalamaya gönüllü aydınları da alarak yeni bir yol haritası çizmesi gerektiği görüşündeyim.
22 yıllık deneyimimiz bize barış gibi yaşamsal bir konunun iktidarın tekeline bırakmamak gerektiğini çoktan göstermiş olmalı.
İnsanların Kürtlere parmak sallamayı, ders vermeyi, akıl vermeyi, ‘onla anlaştın bunla anlaştın’ suçlamalarını bir kenara bırakıp, kendi ‘Kürt meselesi çözümlerini’ artık dillendirmeleri ve bu konuda çalışmalar yapmaları gerekir.
Ayrıca yazıyı bitirmeden son bir bilgi notunu da iliştirmek isterim buraya; DEM Parti bu hafta sonu Merkez Yürütme Kurulu toplantısı, ardından da Parti Meclisi toplantısı gerçekleştirerek bu ‘uçuşan’ barış ihtimali siyasetini değerlendirecek. Yani şu anda konuşulan, Kürt partisi özelinde dahi anlaşılmaya çalışılan, muallakta bir konu.
Haftaya oradan gelecek açıklamalarla bizler de alınan parti kararı, oluşturulacak dil ve yol haritası halkında bilgi sahibi olabileceğiz.
Tuğçe Tatari kimdir?Tuğçe Tatari, 1980 yılında İstanbul'da doğdu. İstanbul Akademi Radyo Televizyon mezunu. Gazeteciliğe 2000 yılında Habertürk'te muhabir olarak başladı. 2004 yılında Vatan gazetesine geçti. Gazete, dergiler ve ekler olmak üzere, dört yıl muhabirlik yaptı. 2009 yılında Akşam gazetesinde köşe yazarlığına başladı. Güncel konulara, sosyal hayata ve popüler kültüre dair eleştirel yazılar yazması için aldığı köşe yazarlığı teklifini kabul ettikten bir sene sonra siyasi yazılar yazmaya başladı. Akşam gazetesine Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu TMSF'nin devlet adına el koymasının ardından, 2013 Haziran ayının sonunda Gezi Parkı olaylarına "mesafeli" durmadığı gerekçesiyle işten çıkartıldı. "Eski ana akım medyada yasaklı" konumuna gelen ve izleyen dönemde T24'te yazmaya başlayan Tuğçe Tatari'nin, Kürt sorununu ele aldığı ve halen "yasaklı yayınlar" arasında bulunan "Anneanne Ben Aslında Diyarbakır'da Değildim" adlı bir kitabı bulunuyor. |