Yapay zekânın gözünden "sosyal medyaya hapsolmak"
Siz de bir süredir ‘sosyal medya öğretmenlerinden’ ve size sürekli ders verircesine parmak sallayanlardan, hangi olayda, hangi faciada, hangi cinayette, hangi pislikte sosyal medyada vardınız/yoktunuz yoklaması tutanlardan bezdiyseniz, buyurunuz, bu yazı sizin için yazıldı.
Her şeyden önce netleştirelim, bizler yani Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları, demokratik haklarımızın neredeyse tamamını kaybetmiş bulunmaktayız.
Kaygılanmadan sokağa çıkamaz, yutkunmadan mikrofona konuşamaz, eyleme gidemez, yüksek dozda eleştiriler yapamayız…
Bu hakları zaman içerisinde bizim elimizden yavaş yavaş, farenin ısıracağı yere üflemesi gibi uyuştura uyuştura aldılar, biz de izledik…
Biz dediğime bakmayın, asla o izleyen kesimde bulunmadım, çok şükür. Aksine, arşive bakarsanız ‘haklarımızı elimizden alıyorlar, seyirci kalmayalım, uyanalım’ temalı onlarca yazıma kolayca ulaşabilirsiniz.
Biz haklarımızı kaybettikçe onlar da bizi sosyal medyaya hapsetti.
O da bedelsiz değil elbette, baksana adam tweet attı diye tutuklanıyor -X attı mı demek lazım artık- o da muamma!
Ev hanımları Facebook paylaşımlarından gözaltına alınıyor.
Bildiğiniz konular işte, içinde her an kelle koltukta hissi ile yaşıyoruz.
Tüm bu hak, hukuk, adaletsizliğin tüm bu psikopat, sapkın, ruh hastasının, tüm bu zamane aydınlığından nasibini almamışların, tüm bu baskının, tüm bu ‘ah be daha başka topraklarda doğacaktık’cılığın içinde arkana bakmadan evine yürüyemeyecek kadar güvensiz, kapı komşuna bile şüpheyle bakacak kadar paranoyaklaşmışlığın arasında eksik olan tek bir şey vardı…
O da neredeyse adeta bir meslek olarak karşımızda dimdik duruyor!
Nedir o; sosyal medyada gezinip sağa sola kurulan kadınlı erkekli insanlarımız. Kınama üstadı olmayı kendileri seçmiş, benimsemiş.
Gündemde ne varsa onu ilgilendiren, üzen, acıtan, şayet sen o konuda paylaşım yapmamışsan, işi gücü bırakıp sana ders vermeye kalkıyorlar.
Mesela diyor ki “Nasuh Mahruki’nin tutuklanmasına ses çıkartmayanlar bu ülkenin evladı değildir…” Böyle büyük büyük cümleler…
Bakınız, eskiden de eylemlere geleni gelmeyeni takip eden bir minik kitle vardı.
Sonuçta biz bu saçları tweet atarak tepki verme hobisiyle beyazlatmadık!
Sosyal medya bir araçtır kabul ediyorum.
Çok da etkili bir iletişim aracıdır, sonuna kadar kabul…
Ama sen ‘göstermelik tepki’ ile ülke kurtaramazsın kardeşim.
Zaten böyle böyle kaybettin elinde avucunda olanı…
Artık bir miktar uyanalım, sosyal medyaya hapsedildiğimizi kabul edelim. Hapsedilmiş milyonlar orada sadece birbirimize göstermelik ‘duyar’ mecburiyeti kuralı olsun istiyoruz şimdi.
İçimiz mi rahatlayacak, soğuyacak mıyız, derdimiz mi çözülecek?
A ama durun, şayet o duyar Instagram’da yapılmadıysa şu arkadaşı linçleyelim, gibi de yürüyor düzen, komik ama değil de aslında, çünkü gerçek.
Basının haber verme, vatandaşın haber alma hakkı elinden alınmış, ülke açıktan rejim değiştirmiş, ‘etki ajanı’ ilan edilmen an meselesi, açsın açıktasın, hiçbir güvencen kalmamış ama sen hâlâ kim hangi konuda ne dedi ne demedi takibindesin, insan tabii biraz sinir de oluyor sana, ne yalan söyleyeyim.
Victor Hugo’nun ünlü eseri Sefiller’i okuduğunuzu varsayıyorum…
1862 yılında Fransa üzerine yazılmış bir eser, şu anda Türkiye’de çok daha beter, pislik bir hâliyle sahneleniyor.
Ne Paris’in o güzel binaları-sokakları, ne bohemi, ne de -istisnalar dışında- entelektüelleri var.
Üstelik sadece yoksulluğun ve adaletin yoksunluğuyla da sınırlı kalmıyor bizim sefaletimiz.
Biz çocukları ve kadınları katledenlerle aynı ülkede yaşıyoruz.
Hayvanları öldüren, tohuma, toprağa zehir katanlarla aynı havayı soluyoruz.
Dolandırıcılar, psikopatlar, yağmacılar, mafya kol geziyor sokaklarımızda…
Surların tepesinden bir genç kadının kafası kesilerek ayaklarımızın dibine fırlatılıyor bir futbol topu gibi…
Ve biz hiçbir şey yapamıyoruz, şu acizliğimize bakın!
Çocuklara tecavüz ediyorlar, öldürüp gömüyorlar, biz izliyoruz, felaket bir işkence bu…
Biz 2025 yılında Sefiller adlı başyapıtın bin beterini, üstelik duruma dair o ayarda yapıtlar üretemeden, pek bir halt üretemeden yaşıyoruz gidiyor…
Kimisi de takmış hâlâ sosyal medyada kim ne demiş ne dememiş? Neden daha fazla insan bu konuda tepki vermemiş, sosyal medya paylaşımı yapmamış falan filan…
Her parçalanmış kadın bedenine, her öldürülmüş çocuğa, her tutuklanan masuma, her açlıktan ölene, arkasından bir iki paylaşım yapıp geçmeyi reva görenlere esas o parmak sallanmalı diyorum ben de.
Benim bu sosyal medya duyarı arsızlığından midem bulanıyor.
Misal, 22 haneli bir köyde başına ne geldiğini tam olarak bilemediğimiz Narin’in sosyal medya aracılığıyla cesedi üzerinde tepinilmesinde de tıpkı böyle midem bulanmıştı.
N’olur uyanın artık!
Bittik, yolun sonundayız!
Konu ‘duyarlı’ görünmek filan değil.
Konu gerçekten duyarlı olmak ve kaybettiğimiz hakları geri almaktır aslında…
Konu ‘mış’ gibi yaparak yırtılacak gibi değil.
Konu çok ciddi!
Tuğçe Tatari kimdir?Tuğçe Tatari, 1980 yılında İstanbul'da doğdu. İstanbul Akademi Radyo Televizyon mezunu. Gazeteciliğe 2000 yılında Habertürk'te muhabir olarak başladı. 2004 yılında Vatan gazetesine geçti. Gazete, dergiler ve ekler olmak üzere, dört yıl muhabirlik yaptı. 2009 yılında Akşam gazetesinde köşe yazarlığına başladı. Güncel konulara, sosyal hayata ve popüler kültüre dair eleştirel yazılar yazması için aldığı köşe yazarlığı teklifini kabul ettikten bir sene sonra siyasi yazılar yazmaya başladı. Akşam gazetesine Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu TMSF'nin devlet adına el koymasının ardından, 2013 Haziran ayının sonunda Gezi Parkı olaylarına "mesafeli" durmadığı gerekçesiyle işten çıkartıldı. "Eski ana akım medyada yasaklı" konumuna gelen ve izleyen dönemde T24'te yazmaya başlayan Tuğçe Tatari'nin, Kürt sorununu ele aldığı ve halen "yasaklı yayınlar" arasında bulunan "Anneanne Ben Aslında Diyarbakır'da Değildim" adlı bir kitabı bulunuyor. |