Tuğçe Erçetin

25 Mayıs 2023

Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde iki aday, tek dil: Yerlici ve milliyetçi

Türkiye siyasetinde yükselen sağ popülizmi ve milliyetçiliği anlamak için bağlamın etkisini ve toplumsal iç dinamiklerini birlikte düşündüğümüzde tercihleri doğrudan veya dolaylı krizlerin ve sarsıntıların şekillendirdiğini görebiliriz

14 Mayıs seçimlerinde özellikle muhalefet tarafında beklentilerin ve seçim öncesi yapılan anketlerin dışında bir sonuç ile karşılaşıldı. İkinci tura giden seçim sürecinde siyaset dili ve yeni ittifak arayışı yine muhalefette ilk turdaki "farklılıkları kapsayan-pozitif" dilin dışında bir pozisyonda şekillendi. Bunun başlıca sebebi kendini "milliyetçi" olarak tarif eden ve/veya seçim sürecinde bu dili kullanan partilerin aldıkları oy oranı oldu. Burada genelde yapılan bir yanlış okumanın da altını çizmek istiyorum. 2018 ve 2023 seçimlerinde milliyetçi partilere verilen oylar alt alta konularak toplanıyor ve "oylarda çok önemli fark yok" deniyor. Bunun yerine süreçteki başta iktidar partisi ve lideri Tayyip Erdoğan’ın ağırlıklı vurgularını hatırlamak gerekir. "İHA-SİHA, yerli- milli, savaş gemisi, başkomutan" kampanya boyunca Erdoğan’ın en öne çıkan vurguları oldu. Tabii muhalefeti "terörle-teröristle yan yana tarif ettiği" söylemi unutmadan.

İçeriye tekrar dönmek üzere biraz dışarıda yaşanan siyasi süreçlere de bakabiliriz. Hem dünya hem de Türkiye siyasetinde yükselen sağ popülizmi ve milliyetçiliği anlamak için bağlamın etkisini ve toplumsal iç dinamiklerini birlikte düşündüğümüzde tercihleri doğrudan veya dolaylı krizlerin ve sarsıntıların şekillendirdiğini görebiliriz. Dünya siyaseti uzun süredir farklı krizlerden doğan belirsizliklerden etkileniyor. 2008 yılında tüm dünyayı etkileyen finansal kriz (farklı bölgelerdeki yansımaları önemli, özellikle Yunanistan ve İspanya’da sol/kapsayıcı popülizm açısından etkili oldu), Suriye iç savaşıyla yaşanan göç akımları, pandemi, Rusya’nın Ukrayna işgali sonrası Rusya-Ukrayna savaşı, iklim krizi… Tüm bu krizler tabanın yeni talepleri ve sorunları çerçevesinde, geleneksel ve ana akım siyasetin anlatısını ve siyasetçilerinin performanslarını oldukça değiştirdi. Milliyetçilik, yerlicilik, yabancı düşmanlığı, islamofobi, göçmen karşıtlığı, nasıl tarif edersek edelim, seçmenin korku, hınç ve öfke gibi duyguları ve taleplerine "oynayan" merkezden sağ popülist-milliyetçi liderlere-partilere bir dalganın yükseldiğini görüyoruz.[1]

Değişimler, neoliberal politikalar, ekonomik kriz, çok kültürlü bir yaşama dair farklı tepkiler ortaya çıkardı. Sosyo-ekonomik statüsünü tehdit atında hisseden, işini veya kimliğini kaybetmekten korkan veya kendini toplumda marjinalleşmiş hisseden kitleler bu tepkileri yerlicilikle veya milliyetçilikle çerçeveleyen sağ partilere ya da dışlayıcı sağ popülizme destek vermeye başladılar. Çünkü sağ popülizmin "halkın mağduriyetini" çerçeveleyen ve "diğerlerini" suçlayan anlatısı kitlelerin endişeleriyle ve kızgınlıklarıyla örtüştü. Üstelik bu anlatı "suçlu olarak tarif edileni" ve onlara karşı alınacak radikal çözüm önerilerini de gündeme getirdi.

Geleceğe yönelik ve herhangi bir tehdidin ya da güvensizlik koşullarının ortaya çıkabileceğine dair endişeleri/belirsizlikleri aktaran siyasetçiler seçmenler ile ortaklık kurabildi. Geçmiş "iyi" veya "zafer dolu" günlerin hatırlatılmasıyla oluşan nostalji duygusu ve ekonomik-kültürel değişimler tıpkı Brexit referandumunda olduğu gibi "kontrolün geri alınması gerektiğine dair" bir ortak tepkiyi gündeme getirdi. Değerlerin, geleneklerin ve koşulların değişmesini istemeyen kitlelerin sosyo-ekonomik güvensizlik algısının artmasıyla, bu sorunları dile getiren siyasi aktörler ortak hisler aracılığıyla potansiyel seçmen ile bir araya geldi. Uzun zaman önce okuduğum David Goodhart’ın bir kitabı (The Road to Somewhere: The Populist Revoltand the Future of Politics) Avrupa ülkelerinde ortaya çıktığını belirttiği bir ayrımdan bahsediyordu. Daha mobil olan, farklı gruba ait olan kişilere ve deneyimlere açık olanlardan farklı olarak değişiklikleri rahatsız edici (veya kaygılandırıcı) bulan ve bu değişimlerin sonucunda kendini daha tehdit altında hisseden gruplar kolektif güvenliği ve gelenekleri devam ettirmek istiyorlar, güçlü bir lideri idealize ederken seçimlerini onlardan yana kullanıyorlar ve farklılıklara karşı bir birlik oluşturmak gerektiğini savunuyorlar. Çünkü bu daha güvenli olarak görülüyor. Seçkin ve müesses nizam karşıtı popülistlerin halkın mağduriyeti üzerinden bu sorunlara ve taleplere cevap verebilmesi ana akım siyaset dilini de böylelikle etkiledi. Kendilerini "halkın koruyucusu" ilan ederken "halkın düşmanlarını" veya halkın birliğine, refahına, uyumuna "zararlı" olanları da aktardılar.

Sağ – sağ popülist partilerin yükselişini ve seçmen desteğini anlatan çalışmalarda önemli bir ayrıntı söz konusu:[2] Ana akım partiler uzun süre bu partileri ve siyasetçilerini "güvenilir" ve "saygın" siyasal partnerler olarak görmeyi, meşruluklarını reddederken koalisyon ortağı gibi konumlarda önemli bir role sahip olmaya başladılar. Türkiye seçimleri için de benzer bir şeyi söylemek mümkün olur mu? Farklılıklar ile birlikte olabilir. Toplumsal değişimler ve belirsizlikler yerlici ve otoriter aktörlere yeni bir alan açarken bu siyasetçiler merkezi de etkilemeye başladılar. Ana akım – geleneksel partilerin radikal ve kolay bir şekilde dile getirmediği sorunların ifade edilmesi ve yeni söylemlerle kendi sorunlarını-dertlerini yakın gören seçmenlerin bu partilere yaklaşması sonucunda karşımıza çıkan bir etkiden bahsedebiliriz. Dolayısıyla milliyetçiliği/yerliciliği artiküle eden sağ partiler- popülist – popülist sağ partiler, alternatif partiler olarak siyaset sahnesinde yerini aldı. Var olan seçmen tabanını kaybetmemek için merkez partilerin pozisyonunu değiştirmesi veya daha radikal bir söyleme geçiş yapması daha risklidir, yani kolay değildir, bu yüzden siyaset yelpazesinde uçlara gidemeyebilirler. Ama "alternatif" olma iddiasındaki partiler değişimlerle birlikte gelen sorunlara- mesela göç ve işsizlik- radikal öneriler ile tepki gösterebilirler. Farklı gruplar arasında hiyerarşik bir sosyal ilişkiyi ve eşitsizliği benimseyen aktörlerin konuşmalarına baktığımızda kültürel – milli kimliğin potansiyel tehditlerden korunması gerektiğinin vurgulandığını görüyoruz. Bu anlamda çoğulcu ve demokratik bir anlayışa sahip değiller. Avusturya’daki Özgürlük Partisi’nin göçmenler için "suçlular ve parazitler" tanımı, İtalya’daki başbakanlığa kadar yükselen aşrı sağcı Meloni’nin "tanrı, vatan, aile" sloganı yanı sıra "LGBT lobilerine hayır" kampanyası farklılıkları hedefine alan bu "zamanın ruhu" için örneklerden bazıları. Türkiye’de de iktidarın 2023 seçimlerinde aile ve LGBT konularını gündemden hiç kaldırmadığını hatırlayabiliriz. 

Avrupa’da yükselen milliyetçi dil-partilerin, Türkiye’den farklı olarak kurulu düzene-iktidara karşı olduğunu söyleyelim. Türkiye’de ise milliyetçi dili 14 Mayıs’a kadar olan süreçte de ve hala en yoğun kullanan 21 yıllık iktidar. Müesses nizam karşıtlığı adına özellikle cumhuriyetçi seçkinlere karşı söylemlerinde yer verse de. Ancak 14 Mayıs’taki sonuçlara bakarak iktidarın oylarında ana faktörün "milliyetçilik" olduğunu düşünen ve cumhurbaşkanlığı seçimlerinde yüzde 5 oy alan Sinan Oğan’ı, milletvekili seçimlerinde yüzde 2.2 oy alan Zafer Partisi’ni Ümit Özdağ’ı saflarına katmak için dilini benzetip bu iki ismi kendine oy vermeye motive etmeye çalışan Kılıçdaroğlu’nu gördük. Oğan Tayyip Erdoğan’ı destekleme kararı aldı. Kararını açıkladığı toplantıda "dört önemli kriter" diyerek şu maddeleri sıraladı: Sığınmacılar, deprem, ekonomik sorunlar, teröre yönelik istikrarlı mücadele. Özellikle ekonomi ve deprem konularındaki başarısızlık ile ilgili sorumluluğun 21 yıllık iktidarda olduğunu bilerek-göz ardı ederek. 

Seçimlere dört gün kala 24 Mayıs 2023 tarihi itibariyle Zafer Partisi Ümit Özdağ ise Kılıçdaroğlu’na desteğini açıkladı. Hem açıklamada hem CHP ile yapılan protokolde ana konu "sığınmacıların bir yıl içinde geri yollanmasıydı". "Göçmenistan" vurgusu ve "güvenlik" temaları Özdağ’ın konuşmasında ön plana çıktı. Burada gördüğümüz, iktidar kanadında "güvenlik-beka" ve "yerli-milli" vurgusu hakimiyeti ile birlikte ikinci tura gidilen seçimde muhalefet tarafında "sığınmacı karşıtlığı" söylemlerinin de öne çıkmış olması. Kılıçdaroğlu’na desteğin açıklandığı Zafer Partisi binası önündeki basın toplantısında "birleşe birleşe kazanacağız" sloganlarının ardından "bozkurt Ümit" sloganlarının atılması ikinci turun iklimini gösteriyor. Özdağ’ın ortak açıklamaya az bir süre kala İçişleri Bakanlığı’nı alacağını ima eden tweet’i sonrasında kimi medya kuruluşlarının hem İçişleri hem de başka bakanlıklar konusunda uzlaşıldığı haberleri de tartışıldı. Protokolde Kürt seçmeni yakından ilgilendiren kayyum konusunda da; "yargı kararı" vurgusu yapıldı ancak "devlet görevlisi atanır" noktası Kılıçdaroğlu açısından geri adım olarak görüldü.  

Kemal Kılıçdaroğlu’nun "farklılıklarla birliktelik" mesajları ilk turda kampanyasına daha hakimdi. 28 Şubat sürecinde mağdur edilenlerden Roboski’ye partisinin daha önce uzak kaldığı konularla ‘helalleşme’ arayışı önemliydi. Emek ve Özgürlük İttifakı’nın özellikle HDP’nin iktidarın hedefinde olmasına, hatta Millet ittifakı içinden bile gelen kimi itirazlara rağmen sürece katılmasında çaba sarf etti, başarılı da oldu. Elbette bu ittifakın aday çıkartmaması ve destek açıklaması da önemliydi. Kürt seçmenin yoğun yaşadığı illerde yaptığı mitinglerde gördüğü ilgi de 14 Mayıs seçiminde bu illerden aldığı oy da pozitif dilin karşılık bulduğunu gösterdi.

İkinci tura giderken başta sığınmacı karşıtlığı daha sert bir dilin kullanıldığını ve seçimlerden sonra bu dilin Türkiye sosyolojisinde yaratacağı kimi risklere zemin hazırladığını söyleyebiliriz. Geride bıraktığımız on günlük süre içerisindeki (ilk üç günü genel bir sessizlik hakimdi) bu değişim ve seçmende yaratacağı kafa karışıklığı ihtimali de bir başka soru işareti. Siyasi ve adli baskıların yanı sıra Türkiye’de seçime katılma oranından azalarak farklılaşan Kürt seçmenin yoğun yaşadığı şehirlerde sandık sonuçları bu anlamda merak konusu.

Erdoğan’ın İHA, SİHA, TOGG, yerli milli savaş gemisi ve uçak üzerinden daha milliyetçi bir söylem tercih etmesi ve "terör korkusu yaratarak" yüzde 49 oya ulaşmasını Kılıçdaroğlu ve danışmanlarının söylemini değiştirmesinde etkili olmuş gözüküyor. Ancak kısa sürede muhalefetin dilinde yaşanan bu radikal değişimin ne sonuç üreteceği ya da milliyetçilik konusunda karşısında daha geniş bir blok, yıllardır bu konuda söz söyleyen bir yapıya karşı oy anlamında ne denli bir değişim yaratacağı belirsiz. Belirli olan tek şey cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ikinci turuna ‘iki aday tek dil’ ile gidildiği: Yerli ve milliyetçi.  

Siyasetin doğası ve zamanın ruhu nedeniyle "biz ve onlar" ayrımındaki aktörler değişiyor; önceliklere, tercihlere ve bağlama göre ayrılıyor… Yazıyı bitirirken Emre Erdoğan ve Pınar Uyan Semerci tarafından kaleme alınan "Kutuplaşmayı Nasıl Aşarız" kitabının önsözünden bir cümle aktarmak istiyorum: "Özellikle farklılıklarımız, ortaklılıklarımız, var olan tüm belirsizlikler içinde birbirimizi duymak, birbirimizi dinleyebilmek hayati.". Gerçekten hayati.


Dr. Tuğçe Erçetin
İstanbul Bilgi Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi 


[1] Lütfen bakınız: Betz, G.G., (1993), The new politicsof resentment: Radical right-wing populist parties in Western Europe, Comparative Politics, 25(4).

[2] Lütfen bakınız: Kries, H. & Schulte-Cloos, J. (2020), Support for radical parties in Western Europe: structural conflicts and political Dynamics", Electoral Studies. Arzheimer, K., Explaining electoral support for the radical right, The Oxford Handbook of the Radical Right, s. 143-165.