XVI. yüzyılda yaşamış İtalyan düşünür Makyavelli'nin Prens isimli kitabı pek bilinir. Bana kalırsa, bu düşünürün literatüre daha büyük katkı yaptığı eseri Söylevler'dir. Yazar, devletlerin nasıl işlediğini analiz ettiği Söylevler'de bugüne de ışık tutan çok sayıda tespitte bulunur. Tespitler, derinlikli ve zekicedir.
Kitapta geçen şu belirleme, bunlardan biri sayılabilir:
"Bir devlet yönetimini değiştirmeyi arzulayıp buna girişenler, eğer yeni yönetimi kabul ettirip sürdürmek istiyorsa, eski biçimlerin en azından dış görünüşünü korumalıdır. Öyle ki halk, kurumları -aslında eskisinden tamamen farklı bile olsa- hiçbir değişiklik yokmuş gibi görür."
Bu tespit, Türkiye'de pek çok kurumun (sözde aynı kalmasına rağmen) nasıl olup da laik olmaktan çıktığını göstermesi bakımından bence çok yerinde. Mesela Türk Silahlı Kuvvetleri güya yerli yerinde. Fakat laiklik konusundaki hassasiyeti hiç öyle değil. Benzer şeyi, yüksek yargı organları için veya çok sayıda idari kurum bakımından da rahatlıkla söyleyebiliriz.
Makyavelli'nin dediği gibi, kurumların adı ve dış görünüşü aynı olduğu için işlevlerinde, bu kurumlara derinlemesine bakmayanlar açısından bir süreklilik varmış gibi görünüyor. Oysa pek çok kurumun kuruluşu, tarihi ve son hâli arasında epey fark var. Son etkinlikleri ile kurulma felsefeleri taban tabana zıt.
Bunlardan en çarpıcılardan biri Diyanet İşleri Başkanlığı. Çünkü bu kurum, en başta (erken Cumhuriyet döneminde), şeriatçı sapmalara karşı kontrol amacıyla ve (o zamanki ifadeyle) irticanın hortlamasına karşı laiklik ilkesinin güvence altına alınması için kurulmuştu. Bu mantığın ürünüdür ki Anayasa'ya, Diyanet İşleri Başkanlığının (DİB) "laiklik ilkesi doğrultusunda", "bütün siyasi görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak" ve "milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek" hareket edeceği özel olarak yazılmıştı.
Doğrudur, DİB'in tarihi bu felsefeye pek uygun değildir. Ama kurumun yönelimi hiçbir zaman bu kadar aksi istikamette de değildir.
Sadece geçen haftaki haberler bile bunu göstermeye yetip de artıyor.
Kobani davası
Haftanın başında DİB'in 6-7 Ekim 2021 tarihlerinde gerçekleştirilen Kobani olaylarıyla ilgili davaya müdahil olma talebinde bulunduğunu okuduk. Katılma talebinin dayanağı, bu olaylar sırasında kimi camilerin zarar gördüğü iddiasıymış.
Kendisini "toplumun dini, ahlaki ve manevi değerlerini sürekli ayakta tutan, bütün insanlığın barış ve huzuruna katkı sağlayan bir kurum" olarak takdim eden DİB, davanın hukuksal yönüne dönük spesifik belirleme ve katkılarda bulunmadığı gibi "vicdanlara hitap eden din hizmetlerinde itimat ve güvenin kaybolması halinde boşluk kabul etmeyen bu alanın çeşitli sapık akım ve gruplara kalacağı tartışmasızdır" biçiminde, davayla ilgisiz ama aynı zamanda bir tür dinsel propaganda niteliği taşıyan belirlemelerde bulunmuş.
Bu müdahilliği haberleştiren Ali Duran Topuz'un dikkat çektiği gibi; söz konusu katılma talebinin mantığını izleyecek olursak, okullar zarar gördü diye Millî Eğitim Bakanlığının veya yollar zarar gördü diye Ulaştırma Bakanlığının da davaya müdahil olması ve sonra da kendi işlevleri hakkında uzun uzadıya belirlemelerde bulunması gerekirdi.
Üstelik anılan kurumların "bütün siyasi görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak" hareket etmesi gereği Anayasa'da açıkça yazılı değil. Oysa DİB'in yazılı. Bu denli politik içerikli bir davaya katılırken DİB'in iki defa düşünmesi gerekirdi ama düşünmemişler. Tıpkı, dinsizlik için yaptıkları "sapık" belirlemesinin "milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek" hareket etme yükümlülüğüne uymaması gibi…
Katılım bankası ısrarı
DİB'i geçen hafta tartışmalı hâle getiren bir diğer haber de kurum personellerinin maaşları için çalışacak bankalarla ilgiliydi. Görünen o ki DİB, ihale süreçlerinde "katılım bankaları"na ayrıcalık tanıyor ve bu ısrarıyla, çalışanlarını mağdur ediyor.
Neyse ki Diyanet-Sen, çalışanların maddi kayıplarına dikkat çekmiş; ayrıca bu bankaların ilçe merkezlerinde şubelerinin bulunmaması, para çekme limitlerinin düşük olması ve ATM hizmetlerinin yetersiz kalması gibi sorunları gündeme getirmiş. Bu tepki üzerine Başkanlık bir ölçüde geri adım atmış.
Geri adıma rağmen bir süredir uygulanagelen bu kayırmanın hukuki tarafsızlık ve eşitlik ilkesine aykırı olduğu ortada. Dahası var. Bir makalesinde bu bankaların üzerinde duran Prof. Kemal Gözler'in dikkat çektiği gibi "faizsiz bankacılık' veya 'katılım bankacılığı' denen sistemde, faiz yasağını aşmak için asıl sözleşmeyi gizler nitelikte araya satım sözleşmesi benzeri uydurma sözleşmeler konulur. Araya konulan bu sözleşmelerin hepsi göstermeliktir; tarafların gerçek niyetleri başkadır. 'Faizsiz bankacılık' veya 'katılım bankacılığı' çok ileri, çok sofistike bir 'hile-i şer'iyye' teorisidir. Dahası bu teori sadece devleti değil, Allah'ı da aldatmaya matuftur."
Bu iç tutarlılık sorunu hakkında daha çok şey söylenebilir. Bu bir ölçüde İslam hukukuyla ilgili. Fakat laiklik ilkesi açısından bu türden bankaların modern hukukun iç tutarlılığını bozduğunu ve laik hukuk düzenini kemirdiğini tekrar tekrar, açıkça yazmak gerekiyor. Diyanet İşleri Başkanlığı bu soruna "köstek" sağlayacağına, hukuka aykırı biçimde "destek" sunuyor.
Cuma namazı saatleri meselesi
Diyanet İşleri Başkanlığı'nın geçen haftaki bir diğer çıkışı da tatil zamanlarıyla ilgiliydi. Başkanlık, mesai saatlerinin ve ders programlarının cuma namazı vaktine göre ayarlanmasını tavsiye eden bir hutbe yayımladı. Bu hutbesinde insan haklarına gönderme yaptı ve politik tercihleri dinsel referanslarla yönlendirmeye çalıştı:
"Unutmayalım ki ibadet özgürlüğü ve insan haklarına riayet bunu gerektirir. Bu hususta hassas davranmayanlar büyük bir vebal altına girmektedir."
Bu belirleme iki yönden sorunlu.
Birincisi, mesai saatlerinin dini ibadet saatlerine göre ayarlanması, din ve vicdan özgürlüğünün bir gereği değil. Bu konu, farklı biçimlerde İnsan Hakları Avrupa Mahkemesinin (İHAM) önüne geldi ve Mahkeme DİB'i memnun etmeyecek tespitler yaptı.
Özetle aktarayım.
İHAM, bir seyahat acentesinde müdür yardımcısı olarak çalışan Hristiyan bir başvurucunun pazar günleri çalışmayı reddetmesinden dolayı içten çıkartılmasını; bir ilkokulda öğretmen olan Müslüman başvurucunun, cuma namazını camide kılmak için cuma günü verilen tatilin daha uzun olması gerektiği yönündeki talebinin reddedilmesini; kamu elektrik şirketinde çalışan Müslüman başvurucunun dini bayram kutlaması için izinli olmadan işi gitmemesi nedeniyle işten çıkartılmasını; avukat olarak çalışan Musevi bir avukatın, duruşma tarihinin bir dini bayrama denk gelen tarihe ertelenmesini din ve vicdan özgürlüğüne aykırı saymadı.
İHAM bu kararlarda, kişilerin çalıştıkları işlere çalışma saatlerine dair bilgiye sahip olarak girdiklerini, çalışma saatleri ile dini vecibeleri arasında bir çatışma olması durumunda, işten ayrılmalarının mümkün olduğu kabulünden hareket etti. Yani Mahkeme, mülkiyet hakkı, girişim özgürlüğü, çalışma hakkı ve eşitlik ilkesi ile çatışma çıkma olasılığı getiren bu konuda din özgürlüğünün mutlak olmadığını ve sınırlandırılabileceğini hatırlattı.
İkincisi; mesai saatlerini düzenlemek bir politik tercih meselesidir. Laik bir siyasal sistemde, devletin yasal, toplumsal ve siyasal yapısının dinsel kurallar uygun olması zorunluluğu söz konusu değildir. Kuşkusuz, kamu hukuku kuralları ile dinsel kurallar arasında bir örtüşme olabilir ama bu bir zorunluluk değildir. Siyasi öznelerin, laiklik ilkesine uygun olarak kullanmak zorunda oldukları tercihlerin "vebal altında kalmak" gibi dinsel ögelerle yönlendirilmeye çalışılması, DİB'in Anayasa'da öngörülen "laiklik ilkesi doğrultusunda" hareket etme yükümlülüğüne aykırıdır.
Başkanlık, yetkisi olmayan konularda hutbe vermektedir.
Sonuç
Dediğim gibi Diyanet İşleri Başkanlığının ilk kurulma mantığı İslamcı istismarcılığa karşı laikliğe teminat olmaktı. Zamanla bu işlevinden farklı ve laiklikle uyumsuz hareket etmeye başladı. Kurumun tarihinin büyük bir kısmında durum böyleydi. Gelgelelim bugün, durum biraz daha farklı. DİB âdeta laikliğin düşmanı gibi hareket ediyor. Hattâ bir önceki Diyanet İşleri Başkanının açıklamalarını akılda tutacak olursa, bu cümledeki "âdeta" sözcüğü bile fazla…
Adı aynı kalan kurum, bugün laikliğe karşı bir "koçbaşı"na dönüşmüş görünüyor.
Devlet koruması altındaki çocukların tarikat kampına gönderildiği, karma eğitimin yerine Talibanvari bir uygulamanın tartışmaya açıldığı bu tarihi virajda laiklikte ısrarda kararlı durmalıyız. Aksi hâlde, laiklik sütunu çöktüğünde hepimiz enkazın altında kalacağız.
Tolga Şirin kimdir? Tolga Şirin, İzmir'de doğdu. İstanbul Barosu'na kayıtlı avukat ve Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Anayasa Hukuku Anabilim Dalı'nda doçent olarak çalışmaktadır. Hukuk alanındaki lisans ve lisansüstü eğitimini Marmara Üniversitesi'nde tamamladı. Lisans eğitimi sonrasında Londra Birkbeck Üniversitesi'nde insan hakları hukuku eğitimi aldı; doktora ve doktora sonrası aşamalarda Köln Üniversitesi Doğu Hukuku Enstitüsü'nde araştırmacı olarak görev yaptı. TÜBİTAK Sosyal Bilimler Programı ve Raoul Wallenberg Enstitüsü bursiyeridir. Aybay Vakfı (2010) makale yarışması ödülünün sahibidir. 2006-2008 yılları arasında İstanbul Barosu İnsan Hakları Merkezi yürütme kurulu üyeliği yaptı. Ondan fazla kitap ve çok sayıda makalesi olan Şirin, İngilizce ve Almanca bilmektedir. Geçmişte Radikal ve BirGün gazeteleri ile Güncel Hukuk dergisinde güncel yazılar yazan Şirin, haftalık yazılarını 2020'den beri T24'te yayımlamaktadır. |