Tayfun Atay

31 Ekim 2019

Vahşet Tanrısı ve Uygarlık 'Tasma'sı

Das Das Sahne'nin yeni sezon sürprizlerinden olan, Fransız oyun yazarı Jasmina Reza'nın "Vahşet Tanrısı", Freud'ün "uygarlık ve hoşnutsuzlukları" başlığı altında karşımıza çıkan düşünce evrenine dalmaya alabildiğine kışkırtıcı etki yapan bir yapıt

"Kurt ve kurt köpeği arasındaki fark, doğal ortamdan 'özgürleşme'nin simgesi olan tasmadır."
Andre Leroi-Gourhan

Yasmina Reza'nın 2006'da ilk sahneye konuluşundan bu yana tüm dünyada kapalı gişe oynayan, Roman Polanski'nin sinemaya da uyarladığı ödüllü oyunu "Vahşet Tanrısı"nın (God of Carnage) bana en çok çağrıştırdığı, Freud'ün Uygarlık ve Hoşnutsuzlukları adlı çarpıcı, sarsıcı ve hayli rahatsız edici meşhur çalışması oldu.

Freud'e göre insanlar, doğaları bakımından hiç de öyle sanıldığı gibi sevilmek isteyen nazik yaratıklar olmayıp, aksine yıkıcı, saldırgan, antisosyal, "antikültürel" varlıklardır. Saldırganlığın kanıtı da tarihsel kayıtlardaki soykırım eylemlerinde, savaşlarda gerçekleştirilen vahşet ve dehşette görünürlük kazanır.

Freud bu düşünceler doğrultusunda saldırganlığı, insanda kökleşmiş ve kendi kendini var eden bir içgüdüsel karakter olarak önermekte ve bunun "uygarlık" tarafından bastırıldığını söylemektedir.

Saldırgan içgüdü, uygarlığı kaçınılmaz olarak insan üzerinde zorlayıcı ve bu içgüdünün reddini ister, böylece bireysel mutluluğu engeller kılar.

Sonuç, hoşnutsuzluklardır.

"Uygar insan", saldırganlık içgüdülerini bastırır, böylece bu içgüdünün ("Vahşet Tanrısı"nın) kendisini ele geçirmesini engeller, ama işte bunun sonucu olarak da hoşnutsuzdur.


Sigmund Freud

* * *

Freud'ün insan toplumsallığına, kültüre ve uygarlığa dair aktardığım bu görüşlerinden, onun kuramsal yaklaşımını tartışmasız benimsediğim anlamı çıkmasın. Ama elbette bu yaklaşımı sorgulanmaya olduğu kadar, üzerinde düşünülmeye de değer buluyorum.

Ve Jasmine Reza şaheseri "Vahşet Tanrısı"nın, Freud'ün "uygarlık ve hoşnutsuzlukları" başlığı altında önümüze açılan düşünce evreni üzerinde durmaya, onu önemsemeye alabildiğine kışkırtıcı etki yaptığını ileri sürüyorum.

11 yaşında iki çocuktan birinin, diğerinin suratına sopayı yapıştırıp iki ön dişini kırmasının ardından sorunu "uygarca" çözme yolunda her iki çocuğun ebeveynlerinin buluşmasıyla başlayan oyun, bir "çevrim"den ibaret aslında.

Başlangıçta, Freudyen terminolojiyle konuşmak gerekirse, saldırgan içgüdüleri henüz "uygarlık" tarafından tam mânâsıyla bastırılmamış iki çocuğun "doğal hisleri" doğrultusunda kurdukları "iletişim" söz konusu edilerek açılan bir sahne var.

Sevgili Ünsal Oskay hocamız ışıklar içinde olsun, boşuna demiyordu, "Çocukluk, insanlığımızın prehistoryasıdır" diye!..

Ve biliyorsunuz, tarih, uygarlıkla başlar.

O yüzdendir ki her iki çocuğun ebeveynleri, elbette ön dişleri eline bırakılmış olanın anne-babası inisiyatifiyle, "uygar" bir ev davetinde buluşurlar. Biz de tam olarak uygarlığın ne demek olduğunu fark ettiğimiz, ama bunun yanı sıra o uygar havada mevcut sıkıntıyı, rahatsızlığı ve hadi söyleyelim, "hoşnutsuzluğu" da alttan alta hissettiğimiz bir "kültürel atmosfer"de buluruz kendimizi.

* * *

Bu başlangıç noktasından hareketle oyun, şahane diyaloglar akışında ve adeta Alaeddin'in sihirli lambasına dokunulduğunda çıkan cin misali, bize hem uygarlığın hoşnutsuzluklarını hem de onun bastırılmaya zorladığı saldırgan içgüdülerin serbest kalışını sunarak tempo kazanır.

Sona geldiğimizde, oyunun başlangıcında iki çocuğun "uygarlıktan azade" halde içgüdülerinin bastırılmasından uzak oldukları yerdeyizdir tekrar; ama karşımızda şimdi çocuklar değil, anne-babaları vardır.

Çevrim tamamlanmıştır.

Bu çevrimsel akışta zirve nokta, kültürel normların erkeğe reva gördüğü rol ve davranış kalıplarının karşılığı bir karakter olan Alain'in sözleri... Kendisine, "Oğlunuz oğlumu dövdü" diyerek tepki gösteren diğer çocuğun annesi Véronique karşısında, "Onlar çocuk daha; çocuklar oyun oynarken kargaşa çıkarır. Geçmişte de böyleydi, gelecekte de böyle olacak. Doğanın kanunu bu" dedikten sonra şöyle devam eder o:

"Ben, Vahşet Tanrısı'na inanırım. Çok eski tarihlerden bu yana kuralları tartışmasız olarak kabul edilen Tanrı'ya yani. … Geçenlerde Kongo'daydım. Orada daha 8 yaşlarında adam öldürmek için eğitilmiş çocuklar var. Çocukluk dönemleri boyunca yüzlerce insan öldürüyorlar. … Yani oğlum başka bir çocuğun iki dişini kırdığında ben senin kadar şok olup öfkelenmiyorum. … Ahlaki açıdan dürtülerimizi bastırırız, ama bastırmak istemediğimiz zamanlar da gelir."

İşte bu ifadeler bize tam da Freud'ün uygarlığa yüklediği anlam üzerine düşünme çağrısı yapar.  

Uygarlık, insanın hem hapishanesi hem sığınağıdır.

Saldırgan içgüdülerin reddine gidilerek, Alain'in ifadesiyle, "dürtüler ahlâken bastırılarak" doğal-özgür insan halinin tutsak kılındığı yerdir o.

Ama aynı zamanda "canlı-üstü" (kültürel) varlık olarak ayırt edilen haliyle insanlığın mümkün kılınabileceği, sığınılabilecek de tek yerdir o...

 O yüzden Herbert Marcuse, Freud'ün kuramından çıkan insan kavramını, "Batı uygarlığına yönelik çürütülmesi en imkânsız suçlama, ama aynı zamanda da bu uygarlığın en sarsılmaz savunusu" şeklinde değerlendirirken haklı olsa gerektir.

"Vahşet Tanrısı"nı, bu haklılığın dayanılmaz ağırlığını zihninizde ve ruhunuzda hissederek izleyip izlememek size kalıyor!..


(Soldan sağa) Tilbe Saran, Binnur Kaya, Levent Ülgen ve Güven Kıraç "Vahşet Tanrısı"nda…

* * *

Oyun, yukarıda Alain karakterini betimlerken vurguladığımız üzere bir yandan da tatlı mı tatlı bir toplumsal-cinsiyet sorgulamasına ve mevcut ataerkil toplumsal-cinsiyet kalıplarının reddiyesine gidildiğini düşündüren bir eksene sahip.

Şiddete, öfkeye, katılığa, mağrurluğa, işe, kariyere, kısacası iktidara oynayan, oynamak durumunda kalan "erkek"… Oyundaki karakterlerden birinde bariz; diğerinde ite-kaka, zorlaya-zorlana karşımıza çıkarılan erkeklik inşası başlangıçta bu.

Şefkate, sevecenliğe, yumuşaklığa, kırılganlığa, çaresizliğe, alttan almaya, kısacası tâbiyete oynayan, oynamak durumunda kalan "kadın"… Yine oyunumuzdaki iki karakterden birinde çok bariz, öbüründe daha az vurgulu seyrimize sunulan kadınlık inşası da bu.


Binnur Kaya – Levent Ülgen ("Vahşet Tanrısı")

Ancak oyunun akışı içerisinde biz bu cinsiyet-kimlik kalıplarının nasıl kırıldığına; "erkeklik" ve "kadınlık" adına üretilmiş rol, tutum ve davranışların nasıl ters yüz edildiğine; kadınlarda bastırılmış öfkenin, cesaretin atılganlığın da erkeklerde bastırılmış yumuşaklık, kırılganlık, çaresizliğin de nasıl açığa çıktığına tanık oluyoruz.

Oyunun başında insanlıklarını bastırarak-baskılayarak "erkek" ve "kadın" olmuş karakterler var karşımızda.  

Oyunun sonuna geldiğimizde onların bu baskıdan bağımsızlaşarak, günahıyla-sevabıyla nasıl "daha tam insan" hâline geldiklerini görme imkânı buluyoruz.


Binnur Kaya – Tilbe Saran ("Vahşet Tanrısı")

* * *

Yukarıdaki düşünce ve duyguları bende yaratan, "Vahşet Tanrısı"nın Das Das Sahne'de Celal Kadri Kınoğlu yönetmenliğinde geçtiğimiz hafta prömiyerini yapmış olan en taze sürümü.

Başta söylediğim gibi oyun yıllardır dünyanın dört bir köşesinde sahnelenmekte ve 2011 yapımı Roman Polanski filmi de (Carnage) Yasmina Reza'nın yapıtını çok daha popüler bir noktaya getirdi. Oyun Türkiye'de önceki yıllarda da sahneye konuldu

Peki, oyunun şimdi Das Das'ta dört yeni oyuncu katkısıyla sahnelenen bu son sürümü kendisini ayırt edilir kılmayı, diğer deyişle seçkinleştirmeyi başarıyor mu?

Başarmaz olur mu hiç!

Karşımızda Türkiye performans-sanatının halihazırda zirvede olan dört dev ismi var ve onlar bizi "Dördüncü Boyut"a kanatlandırmaya azmetmiş müthiş bir yaratıcı rekabet içinde bir aradalar.

Oyunu izlerken Güven Kıraç'a mı (Michel) takılıyor, onu izlemeye doyamıyor ve gözünüzü ondan alamıyorsunuz; birden Tilbe Saran (Véronique) ışık ışık akıyor üzerinize ve "Dur bakalım, yok öyle yağma" dercesine kamaştırıyor gözünüzü!..

Tam onun büyüsüne kapılmışken Binnur Kaya (Annette) feleğinizi şaşırtırcasına büyübozumuna uğratıyor sizi ve bu defa onun ihtişamına teslim oluyorsunuz. Derken zarif bir jestle Levent Ülgen'in (Alain) "Müsaadenizle dostlar" dercesine sahneyi doldurup insanın bir başka derinliğine sizi çeken performansına kilitleniyor, bu defa onun önünde saygıyla eğiliyorsunuz!..

Bu, yetenek ve yetkinliğin "dikey" yani birbirini ezmek için değil; "yatay", yani birbiriyle paylaşmak, birbirinden beslenmek, böylece birlikte daha da zenginleşmek üzere kullanımı… Dört büyük oyuncu, birbirlerinden beslenerek daha zenginleşiyor, böylece sizi de besliyor ve zenginleştiriyorlar.

Onlar sayesinde oyunu Freudyen düşüncenin çağrışımlarıyla dopdolu izlediğiniz gibi, sonunda da yine onların emeği doğrultusunda Freud'ü yâd ederek noktalıyorsunuz. Şöyle ki uygarlığa dair tüm kötümserliğine rağmen yine de insanlığın en yüksek başarıları arasında değerlendirerek olumlu tutum aldığı, umut bağladığı ve iyimserliğini artıran iki etkinlikten biri bilim ise diğeri neydi Freud'ün?..

Elbette sanat!..