BBC’nin yarım asırlık “efsane” Ortadoğu ve dış haberler muhabiri John Simpson, Ayetullah Humeyni’nin Fransa sürgününden İran’a yeni bir dönemin başlama vuruşunu yapmak üzere döndüğü uçakta olma imkânı yakalamış gazetecilerden biridir. “İmam”la aynı uçakta Tahran’a ayak basma “şeref”ine nail olmak için adeta birbirini ezen yüzlerce genç İranlı öğrenci arasında kendisi gibi uğraşa-didine uçağa girebilmiş bir grup yabancı basın mensubu ile birlikte Humeyni’nin bulunduğu ön bölümüne oturtulmuşlardır.
Humeyni, hepimizin gayet iyi bildiği o sert çehresi ile pencereden dışarıyı, gökyüzünü seyretmekte, gazetecilere zerre kadar ilgi göstermemektedir.
Simpson onunla konuşmak ister ama o dönüp bakmaz bile. Diğerleri de Humeyni ile konuşmak için deyiş yerindeyse etrafında dört dönmekte fakat onun kılı kıpırdamamaktadır.
Nihayet bir Fransız gazeteci daha cevval bir şekilde öne atılır ve Humeyni’nin yüzünü onlardan yana çevirmesini sağlamayı da başararak sorar:
“Şu anda İran toprakları üzerindeyiz. Bunca yıllık sürgünden sonra duygularınız nedir, ne hissediyorsunuz?”
Humeyni’nin cevabı kısa, net ve “dopdolu”dur:
“Hiç.”
(Burada cevabın aynen Türkçe kullandığımız şekilde olduğunu da not düşelim; Türkçedeki “hiç” sözcüğü Farsçadan gelmektedir.)
Simpson, Humeyni’nin, kelimenin tam anlamıyla altını üstüne getirdiği ülkesine dönerken hiç ama hiçbir şey hissetmiyor oluşunu onun “dünya görüşü” ile bağlantılı olarak şöyle açıklar:
“Kur’an, inananlara Allah’ı, ondan başka her şeyi bir kenara bırakarak sevmeyi emreder. Humeyni, İran’a dönmekte oluşundan dolayı hiçbir şey hissetmiyordu, çünkü kendisine başka bir kişi ya da yeri başlı başına sevme izni vermiyordu.”
(John Simpson bu yazıyı İran İslam Devrimi’nin 15’inci yıl dönümü vesilesiyle The Guardian gazetesinde “Veil of fears” başlığı altında 1 Şubat 1994’te kaleme aldı ve bu yazı benim arşivimde bulunmakta. Devrim'in 40'ıncı yıl dönümünde olduğumuz bu sene, uçakta yaşananları tekrar aktardığı hemen hemen aynı ve 1 Şubat 2019 tarihli bir yazıyı ise BBC Türkçe sayfasında bulmak mümkün.)
***
Şimdi 1979’dan 2019’a hızla intikal edelim ve bir başka uçakta Türkiye’nin AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, kendisine refakat eden bir grup gazeteciye Humeyni’ninkinden gayet farklı şekilde sıcacık bir muhabbetle yaklaşıp onları nasıl “berhürdâr” kıldığına bakalım!..
Bu “embedded”, yani sıkı sıkıya iktidarın bağrına basılmış gazeteciler, dönüş yolunda kendisine Ali Babacan, Abdullah Gül ve Ahmet Davutoğlu’na kırgın olup olmadığını sorduğunda Erdoğan, “Bu sorulur mu Allah aşkına! Bunlara kırgınlık olmayacak da kime olacak” demiş. Ayrıca sözü daha özel olarak Ali Babacan’a da getirerek şöyle devam etmiş:
“Ben Ali Bey’in kendisine de söyledim; ‘Yolunuz yolunuzdur eyvallah ama şunu unutmayın ki bu ümmeti parçalamaya hakkınız yok. Siz bunu yapıyorsunuz. Bunun parçalanmasıyla da bir yere gidemeyeceksiniz’ dedim.”
***
Naçizane kanaatim odur ki Erdoğan bu bağra-basılmış gazetecilerin, “Babacan, Gül ve Davutoğlu’na kırgın mısınız” sorusuna, 40 yıl önce Humeyni’nin yaptığına benzer şekilde kısa ve net bir “Hiç” cevabı verse çok daha etkin, sağlam ve güçlü bir izlenim bırakmış olurdu!..
Verdiği cevap (“Evet, kırgınım”), hele hele Babacan’a-özel söyledikleri (“Ümmet’i bölüyor”) olsa olsa “Aşağıdan yukarıya, yolun sonu görünüyor” hissine, vehmine, endişesine kapılmış bir lider profilinin yansımaları olarak değerlendirilebilir.
AKP’li Cumhurbaşkanı, Ali Babacan’ın başlattığı hareketten ürktüğünü, tedirgin olduğunu ve telaşlandığını açık etmiş… Baksanıza cevap öyle okkalı ki iş “Ümmet’i bölmek” gibi hassas, kritik, ciddi ve neredeyse sıkıyönetim ilanını gerektirebilecek olağanüstü bir raddeye vardırılmış!..
Yahu ne oluyorsunuz, alt tarafı siz gencecik, dipdiri, yakışıklı mı yakışıklı bir vaziyette, o zaman kardeşiniz olan Abdullah Gül’le beraber Erbakan Hoca’nın karşısına yeni bir hareket arayışıyla nasıl çıktıysanız, şimdi de Babacan aynı şekilde gencecik, dipdiri, yakışıklı mı yakışıklı şekilde sizin karşınıza çıkmış, bir yol tutturmuş gidiyor işte...
Erbakan da size “Bölmeyin” dedi, dinlediniz mi?
Hiç olmazsa bunu hatırlayıp daha “fâris” bir karşılık verseydiniz ya “Ali Bey”e, olmaz mıydı?..
***
Olmazdı.
Çünkü 2011-sonrası süreçteki iktidar zehirlenmesinin maalesef daha vahim noktaya vardırılıp bir de “Ümmetçilik” kisvesine büründürülmesi söz konusudur.
Bunun ilk tohumlarının tâ 2009 Davos’undaki “One Minute” çıkışıyla atıldığına kuşku yoktur. İsrail Cumhurbaşkanı Simon Peres ile girdiği tartışmada onun karşısında sergilediği bu tavır sonrası Erdoğan’a Müslüman dünyada kitlelerce verilen “coşku” ile 10 yıldır İslam dünyasının liderliği, “Ümmet’in reisliği” gibi bir yanılsama içinde yol alınmaya devam ediliyor.
Tabii Davos sonrası süreçte başlayan Suriye iç savaşına, bu popülist “One Minute” coşkusunun itici gücü eşliğinde “neo-Osmanlıcı” bir başka yanılsama ve heyecanla müdahil olunması da “Vatan-Millet-Sakarya”yı aşan bir perspektiften “Ümmet’le iştigal”i anlamak için işaret edilmesi gereken bir diğer önemli noktadır.
***
“Ümmet” göndermesinin en “kristal” şekilde ilk kullanımının, Erdoğan’ın 30 Mart 2014 yerel seçim zaferinin hemen ardından yaptığı balkon konuşmasında sarf ettiği, “Bu millet, ümmetin umududur” sözüyle olduğunu hatırlıyorum.
Bu söz ya da daha doğrusu seçim öncesinde yaşananları kabataslak hatırlayalım: 2013 Haziran Gezi olayları; onunla eş zamanlı şekilde vuku bulan Mısır’da Mursi’ye karşı Sisi darbesi ve bu olayın Türkiye’deki iç-politik çalkantılara havale edilip malzeme yapılması; sonrasında da 17-25 Aralık olayları…
Böyle girilen yerel seçimden galip çıkıldığında, balkonda ülkenin hanidir sadece yüzde 50’sine beka bağlılığı hisseden bir liderin, geri kalan yüzde 50’nin karşısına artık kendince tümüyle “Ümmet-i Muhammed”i çıkarmaya dönük bir söylemsel mecraya ilerleyişine tanık olduk!..
Tabii aynı dönem, yukarıda kaydettiğimiz gibi, “neo-Osmanlıcılık rüyası, hülyası, fantezisi içerisinde Ortadoğu merkezli olarak İslam dünyasının liderliğine yönelik iddia ve imalarda da bol bol bulunulan bir dönem olmuştur.
***
Elbette sonuç, böylesi iddia ve imaların sahiplerine dönük “bumerang etkisi”nden başka bir şey olmadı. Boyların ölçüsü alındı.
Ne Arap dünyası ne İran ne de “diyar-ı İslam’ın bir başka köşesinde bu “Emir’ül-Müminin” olma arayışı akis buldu, sonuç verdi.
Kendileri söyleyip kendileri dinlediler.
Ha, pardon, elbette başka dinleyenler, daha doğrusu “dinliyor görünenler” bulundu tabii, büyük ozan Hasan Hüseyin’in deyişiyle “Şu benim her yanı bin dert açan çıra çakmak ülkemde”…
Gel gelelim giderek anlaşılmakta ki artık o “dinleyenler” de bıktı, usandı, bezdi ve 23 Haziran’da İstanbul’daki tekrar-seçimde olduğu gibi, “Yeter artık bitsin bu ümmetçilik oyunu” dediler.
Fakat AKP lideri, şu aralar hep yaptığı üzere yine yaşarken tarih olduğunu düşündüren bir söylem çerçevesi içerisinden, artık kimseye hitap etmeyen bir belâgatle hâlâ “ümmet” simgeseliyle Türkiye realitesine bakmaya devam ediyor.
Bu Türkiye realitesinin, kaçınılmaz olarak hem kendi siyaset ve ideolojisi dışında (İmamoğlu) hem de kendi siyasi-ideolojik çizgisi içinden (Babacan) ortaya çıkardığı yeni dinamikleri böylesi dinbaz bir ümmetçilikle enterne edebileceğini sanıyor.
Ve bu sanı doğrultusunda bir grup gazeteciyle uçakta muhabbet ediyor.
Elbette bu “ümmet-i muhabbet”e katılamayan diğer gazetecilerin aynı zaman diliminde fişlenmiş halde ayrı bir kategori olarak siyaseten “ümmet-i melanet” kılınmakta oluşunu da dehşetle izliyoruz!..
***
Aslında Peygamber’e kulak verilecek olursa “ümmet” yoktur.
Çünkü, bakın ne diyor o:
“Nasâra [Hristiyanlar] da yetmiş iki fırkaya ayrılmıştı. Yetmiş biri Cehenneme gitmiştir. Bir zaman sonra benim ümmetim de yetmiş üç kısma ayrılır. Bunlardan yetmiş ikisi Cehenneme gidip, yalnız bir fırkası kurtulur. Cehennemden kurtulan fırka, benim ve Eshâbımın gittiği yoldan gidenlerdir” (Tirmizî).
Hâl böyleyse demek ki bugün ortada topyekûn ümmet falan yok, fırkalar var ve bütün mesele bunların hangisinin “cennetlik” olduğudur!..
Humeyni fırkası mı?
Suud fırkası mı?
Taliban fırkası mı?
IŞİD fırkası mı?
“İhvan” fırkası mı?
“Saadet” fırkası mı?
Erdoğan fırkası mı?
Yoksa, Babacan fırkası mı?..
Cevap belli:
Allâhu a’lem…