Gayet bildik unsurlara yer vermesine rağmen 'Bir Çocuk Sevdim'in gördüğü ilgi, sıradışılık için çırpınan dizilerden gına geldiğinin de kanıtı.
‘Bir Çocuk Sevdim’ fazla yenilik vaat etmeyen, bellenmiş bir tema üzerinden dizi film kervanına katıldı. Aşk çekimiyle girdiği ilişkiden hamile kalmış 17 yaşında kız; bunu öğrenip ‘namus belası’na uğrayan otoriter, ama vicdanlı baba; ne yapacağını bilemeyen çaresiz anne; evin gözdesi kız kardeşi karşısında ruhsal, duygusal ve dürtüsel bakımdan sönük kalmış, yılgın, hınç dolu abla…
Ve Yeşilçam melodramlarından beri işlenen klişe: ‘Esas oğlan’ın zengin ve kötü babası, katakulliye getirip oğlunu yurtdışına gönderir; kıza hakaretle hayatlarından çıkması söylenir; kızın babası zenginliğin gücüyle ezilir, küstahlığın diliyle aşağılanır, hasta düşer, falan filan… Tabii bir ‘ikinci adam’ mutlaka olacaktır ve oldu. Tabii ‘esas oğlan’ da geri dönecektir, döndü. Tabii tüm bunların arasında ballı-börek gibi bir çocuk da doğurtulacaktır, doğurtuldu.
Tablo bu. Gayet bilindik ve bıkıldık bir kurgusal eksen söz konusu…
İyi de bu haliyle nasıl ekranda tutunabildi dizi? Hele ki ‘dizi mezarlığı’na dönmüş memlekette reyting uğruna ağzıyla kuş tutmaya çalışanların bile birkaç haftada ekrana veda ettiği zamanda nasıl kendi çapında bir seyirci yakalayabildi?
İlk cevap, son sorumuzun içinden çıkarılabilir. Galiba seyirci epeydir yağmur gibi yağan, alışılmadık olma çabasıyla panik yapan, çekici olayım derken saçmalayan, ilgiyi dinamik tutma adına yorucu tempoya, boğucu efekt uygulamalarına giden dizilerden daral geldiği için bu kendi halinde asude akıp giden melodramı vasat ve sıradan da olsa samimiyetinden dolayı tuttu ve yaşatıyor.
Oyuncuların payı
İkinci olarak, tabii ki her dizi açısından bir ‘olmazsa olmaz’ saydığımız oyuncu kalitesi… ‘Mine’ de (Gülcan Arslan), ‘baba’sı da (Çetin Tekindor), ‘anne’si de (Şefika Ümit Tolun), ‘abla’sı da (Onuryay Evrentan), ‘koca’sı da (Bülent İnal) dört dörtlük bir performans sergiliyor. Hele hem masum, çocuksu, kırılgan hem de alabildiğine seksi bir karaktere can verip o zor kimyayı tutturabilmiş Gülcan Arslan’ın olgunlaştıkça daha da aranır olacağı kuvvetle muhtemel. O kadar başarılı ki bazen dizinin adı ‘Mine’ olamaz mıydı diye düşündürüyor.
Dizinin yakınlarda aşk-sadakat ikilemine vurgu yapmaya başlayıp, sessiz sedasız radikalleşme sürecine girdiğini de kaydetmeden geçmemek lazım. Baksanıza ‘60+’lık baba “İçime bir kor düştü” diyerek tutkulu bir aşka yelken açtı. Ailesi mevzubahis olduğunda da “Vicdanımı zor taşıyorum” diyor. ‘İkilem’ ortada; Freud ve onun büyük eseri, ‘Uygarlık ve Hoşnutsuzlukları’ çağrışsa yeridir!..
Neyse, fazla ‘uçmadan’ noktalayalım: ‘İmkânsız aşk’ı empati yüklü ve ahlakçılıktan uzak bir üslupla işleme denemesine soyunmuş durumda şu aralar dizi. Yer yer (aşk öfkesiyle işyeri ateşe vermeler gibi) demode planlardan kaçamasa da değer katsayısını yükseltme yolunda seyrediyor. Seyretmeye de değer o yüzden…