Türkiye siyasetinin muhalefetsiz şekilleniyor olmasının şu aralar bir faydalı sonucuyla (!) karşı karşıya olduğumuz söylenebilir. Bize, gerçekten de ‘her şerde bir hayır varmış’ dedirten bu gelişme, Türkiye’nin siyasal gidişatına yön veren liberal-İslâmcı hareketin iç-çatışma dinamiğinin fark edilir olması…
Kim ne derse desin, öyle ya da böyle, örtük ya da açık, az ya da çok, AKP ile Gülen hareketi arasında, adı ‘Parti’ ve ‘Cemaat’ diye konulan bir ayrışma ve karşı karşıya gelme durumu var. Saygınlıkta, inisiyatifte ve ‘pay’laşımda öncelik mücadelesi bu… Açığa çıkmasını da söz konusu iç-rekabeti saklı tutmayı gerektirecek bir dış çatışma odağının nerdeyse hiç kalmamış olmasına borçluyuz. Parti-Cemaat sarmaşmasının (‘sinbiyosis’ diyoruz, malûm) ayrışma eğilimine girmesi bundan…
Bunun nispeten bir benzeriyle 1990’ların ilk yarısında Erbakan’ın ‘Milli Görüş’ çizgili partisi ile Esad Coşan’ın ‘İskenderpaşa’ Nakşî cemaati arasındaki ‘kopuş’ sürecinde de karşılaşmıştık.
Türkiye sağ-muhafazakâr siyasetine 1970’lerden itibaren pek çok önemli ismi sunan İskenderpaşa Nakşî cemaatinin 1980’lerdeki hali, etki ve nüfuz itibarıyla şimdiki Gülen Hareketi’nin konumunu andırır. İstanbul-Fatih merkezli bu çevrenin, Erbakan’ın da müritlik bağı bulunan ünlü şeyhi Mehmet Zahit Kotku öldükten sonra onun yerine Kotku’nun damadı Prof. Esad Coşan geçmişti. Fakat Kotku’nun ölümü sonrasında bu tarikat cemaati ile cari siyasetteki Erbakan hareketi arasındaki ‘simbiyotik’ ilişki, 1990’lar dönümünde bozulmaya başladı.
Çünkü dönem, Erbakan’ın Türkiye politik ikliminde (şimdiki AKP ölçüsünde olmasa bile) ciddi biçimde yükselişte olduğu, rakip siyasî lider ve hareketler karşısında öne çıktığı bir dönemdi. Buna bağlı olarak Şeyh Kotku’nun damadı ve halefi Esad Coşan’a temayül ve teveccüh konusunda Erbakan oldukça ‘tasarruflu’ hareket eder oldu.
Erbakan Coşan’a, Kotku’ya gösterdiği muhabbet, hürmet ve tabiiyeti göstermeyince Coşan da Erbakan’ı dolaylı-dolaysız hedef alan konuşmalar yapmaya başladı. O dönemde de laik, sol, demokrat, sosyal demokrat, adına ne derseniz deyin, ‘dış halka’daki muhalefet ve rekabetin yetersiz ve ürkütücülükten uzak olması, ‘iç halka’daki cemaat-parti çatışmasını açığa çıkardı.
Sonuçta yıldızı yükselen Erbakan’ın, kayınpederinin karizmasına bir türlü erişemeyen Esad Coşan’ı Türkiye’nin hem ‘siyasal’ hem de ‘sosyal İslâm’ gündeminden zamanla diskalifiye ettiği söylenebilir. Belki biraz da bu süreçte kazandığı özgüven doğrultusunda Erbakan, aynı zaman eşiğinde Nakşîliğin sönen yıldızına paralel olarak parlaklığı giderek artan Gülen Hareketi’ni de çok fazla umursama gereği duymadı.
Sonrası malûm; çok önce de, geçen hafta da bu köşede değerlendirdik: ‘28 Şubat’a (1997) çıkıyoruz. Erbakan’ın tedibi, Gülen’in tehciri ve de AKP’nin (hiç farkında olunmadan) ‘telif’ini sağlayan, bu itibarla trajikomik bir postmodern darbe, ‘post-Kemalist’ Türkiye’ye giden yolun taşlarını döşedi.
Yaklaşık 25 yıldır İslâm’ın siyasal ve sosyal belirimlerini bir antropolog olarak anlama, açıklama gayretinden çıkardığım bir tespit şu: ‘İslâm-içi’ müthiş bir farklılık, rekabet ve çatışma dinamiği mevcut. Bu iç-çatışma dinamiği, ancak bir ‘dışarıdaki öteki’, sosyopolitik anlamda rekabet ve tehdit oluşturduğunda bastırılıyor; ittifak ve ‘simbiyosis’e vücut veriliyor.
Ne zaman ki bu ‘dış halka’ yetersiz, etkisiz, önemsiz hale geliyor, bu İslâm-içi gerilim hattı o zaman kendini dışa vurmaya başlıyor. Ve daha önce İslâm denilince ihtilaflı bir ‘yelpaze’ görmek yerine, yekpare bir ‘kara kutu’ gören herkes tarafından da ancak o zaman fark ediliyor.
Paradoksal olan şu ki seküler çizgideki siyasi oluşumların bunu fark etmesi, hep topluma ulaşmada en zayıf ve etkisiz kaldıkları noktada oluyor. Hâlbuki bunu toplum nezdinde nispeten daha etkin ve itibarlı oldukları zamanda dikkate alıp bu ‘İslâmî yelpaze’nin ihtilaflı ara renkleri üzerinden pozitif politikalar üretmeleri gerekiyor.
Bu muğlâk ifadeyi iddialı bir şekilde somutlaştıralım: 2002’de Kemal Derviş’in rüzgârıyla bir parça önü açılmış sosyal demokrat hareket, Fethullah Hoca’yı ‘değerlendirebilir’, en azından AKP’yle ‘perçinlenme’sini bir politik strateji çerçevesinde engelleyebilirdi. Ama ulusalcı-laisist İslamofobi, buna izin vermedi.
Ve 10 yıl sonra öncekini (‘28 Şubat’) tekerrüre yeltenen darbe girişimi (‘27 Nisan’) bizi bir cemaat-parti ‘simbiyosis’iyle bugüne getirdi. Şimdi de bu liberal-İslâmcı ‘simbiyotik’ hegemonya karşısında hâlâ etkisiz, her türden, ama özellikle CHP’li muhalefet sayesinde İslâm-içi halkadaki farklılık ve ayrışma dinamiği, bastırılmaya daha fazla gerek duyulmaksızın tüm toplum nezdinde görünürlük kazanıyor.
Ama ne yazık ki İslâmcılık-dışı, seküler siyasetin temsilcilerinin kendi içlerindeki kısır çekişmenin ardı arkası da kesilmiyor. Hiç bitmeyen olağan/olağanüstü kongre oyun ve oyalanmaları, ayrışma eğilimindeki bu İslâmcı ittifaka yeniden sarmaşma şansı, zamanı ve imkânını da bahşediyor.
Başbakan boşuna demiyor, böyle muhalefeti arasan da bulamazsın diye…