Tayfun Atay

28 Aralık 2010

OSMANLI ABARTISI

... Osmanlı’nın en şaşaalı dönemine damgasını vuran “Muhteşem Süleyman”ın 46 yıllık saltanatı boyunca...

Kanuni Sultan Süleyman, Avrupa’da Kral’ın şövalyelerine burjuvaların dayak attığını öğrendiğinde kendi itaatkâr tebaasına bakarak şükretmiş ve Avrupalıların hiçbir zaman iflâh olmayıp Osmanlı Devleti’nden daima geri kalacaklarını düşünmüş (akt. A. Yücekök, “100 Soruda Türkiye’de Din ve Siyaset”, 1976, ss. 38-39).
Osmanlı’nın en şaşaalı dönemine damgasını vuran “Muhteşem Süleyman”ın 46 yıllık saltanatı boyunca Avrupa’da cereyan eden sosyo-politik kargaşa ve düzensizliklere uzaktan bakıp da göremediğini yaklaşık 200 yıl sonra Batı’ya giden ilk Osmanlı sefiri Yirmisekiz Mehmet Çelebi gördüğünde vakit artık çok geçti.
1720’de Paris’te 11 ay elçilik görevi yürüten Çelebi Mehmet, geri dönünce Sultan III. Ahmed’e izlenimlerini aktarmak üzere “Sefaretnâme”yi yazar. Eser, özünde ya Avrupa’ya benzeneceği ya da yok olup gidileceği görüşünü taşır.
200 yıl kadar önce Avrupa’ya karşı Kanuni’de adeta körlük derecesinde mevcut özgüvenin yerini şimdi körü körüne bir özenti almıştır ve “Lâle Devri”nin önü açılır.
Fakat gözler de gerçekten açılmış ve bakmaya değil görmeye başlamıştır. Öyle olmasa, yaklaşık 300 yıl gecikmiş matbaa da girer miydi Mehmet Çelebi’nin hemen ardından memlekete?!
Aslında matbaaya bigânelik de bir başka körlükle ilişkilendirilebilir. “İstanbul’un Fethi”nin yarattığı zafer sarhoşluğuyla kamaşmış gözler, hemen hemen aynı dönemde gerçekleştirilen insanlık tarihinin bu devrimsel dönüşümünü görememiştir.
Fatih’in 1453’te İstanbul’u alması bizim “ulus-tarihsel” perspektifimizden çok büyük anlam ve önem atfedilen bir olay kuşkusuz… Fakat “dünya-tarihsel” perspektiften bakacak cesareti bulduğumuzda esas anlam ve önem taşıyan, Gutenberg’in 1456’da matbaa makinesini kullanıma sokmasıdır. 
Burjuvaların, Kanuni’nin anlayamadığı şekilde kralın şövalyelerini şehir sokaklarında pataklayabilmesine giden yolun önünü daha da açan bir gelişmedir bu…   
Osmanlı ise İstanbul’u almakla bitmiş bir hayata talip olmuştur. O, kabaca ifade etmek gerekirse, fütuhat gelirleriyle ilerlemiş tipik bir “çiftçi imparatorluğu”dur artık…
Böyle bakıldığında Türk tarihinin zirve noktasını oluşturan, hatta “Yeni Çağ”ın başlangıcı sayılan İstanbul’un fethi, aslında “sonun başlangıcı''dır.
Kanuni’yi şaşırtan dayak olayı, Batı Avrupa’da Orta Çağ’ın sonlarından itibaren art arda birbirini tetikleyerek gelen değişimlerin eseriydi. 
11’inci yüzyılda Ticaret Devrimi, tarımsal feodalite içinde toplumsal merdivenin alt basamaklarında yer alan tüccarı yukarı doğru tırmanışa geçirip kentlerin efendisi yapmaya başladığında daha Osmanlı yoktu ortalıkta… 
12’inci yüzyılda şehirler, feodalitenin bağrını oluşturan kırsal yaşam alanları karşısında öne çıkarken ve idari-hukuki özerklik kazanırken de hâlâ varlık bulmamıştı Osmanlı… 
13. yüzyıl başında bir “despot” hükümdarın, tâbileri karşısında güç, yetki ve haklarını kısıtlayan, bazılarınca ilk anayasal metin sayılan “Magna Carta” imzalandığında Doğu’nun en ihtişamlı “despotik” hükümdarlığının kurucusu Osman Gazi, henüz doğmamıştı.
Karşımıza bir “yeni hayat” olarak ticari-endüstriyel kapitalizmi çıkaracak süreç, Osmanlı’dan da Kanuni’den de çok önce başladı. Matbaanın icadının tetiklediği Protestan Reformizmi (ki Hıristiyanlık çerçevesinde bir “Din Devrimi” sayılabilir) gerçekleşirken 25 yaşındaki Sultan Süleyman, Osmanlı tahtına henüz oturmaktaydı.   
Denilebilir ki Osmanlı ne “nelerin neresinde” olduğunu bilebildi ne de “gideni ve gelmekte olanı” anlayabildi.
Neticede geç Orta Çağ’dan itibaren bugünkü modern uygarlığa evrile-devrile gelen dünyada, bitmiş hayata talip bir imparatorluğa vârislik düştü bizim payımıza!..
Yanlış anlaşılmasın! Osmanlı mazurdu... Ama Osmanlı’ya bakışını sakatlıktan kurtaramamış Cumhuriyet çocukları olarak bizim mazeretimiz yok.
İki temel ve birbirine karşıt pozisyona indirgenebilir bu “sakatlık”… 
Cumhuriyet’in “Kemalist kurucuları” Osmanlı’ya “reddi miras” talebiyle yaklaştı. O, adeta tüm kötülüklerin anasıydı! 
Bu yüzden Cumhuriyet’in tarihsel dayanakları Osmanlı-İslâm yakın geçmişinden değil, “Türk-Pagan” uzak geçmişinden devşirilmeye çalışıldı.
Cumhuriyet’in “muhafazakâr sürdürücüleri” açısından ise Osmanlı’ya yönelik bir “iade-i itibar” arzusu, Kemalizm’e karşı “rövanşist” bir motivasyonla da eklemlenerek öne çıkartıldı.
Böylece, ikisi de ideolojik temelli bu reddiye ve yücelti gelgitinde Osmanlı’ya biri pozitif diğeri negatif enerji yüklü bir abartıyla bakıldı hep…
Bu aralar “yüceltme” hayli revaçta. Hâlâ gündemde olan, bizim de bir ucundan iliştiğimiz “Osmanlı Milletler Topluluğu” tartışmasının bundan istim aldığı söylenebilir.  
Yakında Show TV’de başlayacak ve Kanuni dönemini anlatacak “Muhteşem Yüzyıl” adlı dizinin alt yapısında da muhtemelen aynı istim var. Geçen hafta basına yansıyan ve bu yazıya da ilham oluşturan habere göre Türk televizyon tarihinin bütçe rekorunu kırmış bu dizi… 
Kanuni ile cariye aşkı Hürrem Sultan ekseninde, epeydir alıştığımız dizi içeriklerinin 16’ıncı yüzyıl başına ışınlanmasıyla şekilleneceği anlaşılan dizi, “Yaprak Dökümü”, “Aşkı Memnu”, hatta “Küçük Sırlar”ınkine benzer bir kurguyu Osmanlı saray atmosferi içinden sunarsa kimse şaşırmasın!..
3,5 milyon liralık hazırlık bütçesiyle işe başlayan dizinin ismi, Kanuni’nin meşhur lakabıyla rezonanslı... “Muhteşem Süleyman”dan “Muhteşem Yüzyıl” adına varıldığı besbelli…
Eh, bize de bir “Muhteşem Abartı”dan dem vurmak düştü bu hafta. Takdir sizin!..