Tayfun Atay

23 Kasım 2010

New York Sana Söylüyorum, Pensilvanya Sen Anla!

Mahsun Kırmızıgül’ün “New York’da Beş Minare”si iki haftada bir buçuk milyona yakın seyirciye ulaşmış durumda...

Mahsun Kırmızıgül’ün “New York’da Beş Minare”si iki haftada bir buçuk milyona yakın seyirciye ulaşmış durumda. Bu ticari başarı, filmin herkesçe olumlu alımlanıp beğenildiğine işaret etmez tabii... Ben, misal, filmin “alay-ı vâlâ” ile vizyona girişine kayıtsız kalamayıp izlemeye gittim. Seyirci sayısını artırsam da filmi yetersiz buldum. 
Yine de teslim ve takdir etmek gerek ki film çoğunlukça beğeniyle izlenmekte. Benim filmi izlediğim salondaki hava da öyleydi. 
Fakat ben burada filmin ticari başarısı ya da sanatsal niteliğinden ziyade sosyopolitik altyapısı üzerinde durmak istiyorum.  Bir Hollywood polisiyesi formatında dizayn edilmiş “New York’da Beş Minare”nin Türkiye’nin yakın dönem politik gündemiyle irtibatlı olarak ciddi mesaj kaygısı taşıması, bu altyapıyı kurcalamayı gerektiriyor çünkü...
Öncelikle belirteyim: Mahsun’u filmi kaleme alırken en fazla besleyen kaynağın medya, özellikle de televizüel medya olduğu kanısı oluştu bende... 
Film, 1990’lardan bu yana Türkiye’nin ve dünyanın gündeminde öne çıkmış, reyting değeri yüksek siyasal olayların fragmanlar halinde aktarımıyla yol alıyor. Bu haliyle de “tematik” olmaktan çok “fragmentatif” bir görünüm sergilediği söylenebilir. 
Ekranların haber ve tartışma programlarından, hatta dizilerinden devşirilmiş bu “fragmanlar”, filmdeki ağırlıkları itibarıyla şöyle sıralanabilir: İslâm, siyasal İslâm, radikal İslâm, ılımlı İslâm, sufi İslâm, tarikatlar, zikir meclisleri, Nurculuk ve Said Nursî, Hizbullahçılar, onların domuz bağlı işkence seansları, Atatürkçülük, ülkücülük, laiklik, laik çevrelere yönelik siyasal cinayetler, Ecevit affı; dünyaya geçecek olursak, 11 Eylül hadisesi, El Kaide, Irak, Saddam, Taliban, İslamofobi...  
Bu fragmanları sarmalayan bir dizi güncel mesaj var: radikal-siyasal İslâm karşısında ılımlı-kültürel İslâm’ın olumlanması; toptan bir Amerikan aleyhtarlığı karşısında ihtiyatlı (ittifak zeminini kaybetmeme konusunda hassas) bir Amerika eleştirelliği; ve jakoben, “antiteist” bir Kemalizm karşısında İslâm’ı bir imkân sayabilecek muhafazakâr bir Atatürkçülük iması...
Birbiriyle bağlantılı bu mesajların filmde ana karakteri oluşturan “Hacı Gümüş”ün (Haluk Bilginer) performansıyla kristalleştiğini söylersek filmin en can alıcı noktasına temas etme imkânı bulmuş oluruz. 
Mahsun’un filmi, bu karakter üzerinden son yıllarda Türkiye’de oluşmuş “yeni statüko”yu onayan bir içerik taşıyor. 
Daha “keskin” ifade etmek gerekirse bu, “Gülen Türkiyesi”ne selâm duran bir film!..
Filmi üretenler böyle olmadığını söyleye dursun, mesela Mustafa Sandal (filmde polis memuru “Acar”) istediği kadar “hiç alâkası yok” desin (Sabah, 21 Kasım 2010), filmin bal gibi “Fethullah Gülen” etkileşimi, göndermeleri ve anıştırmaları var.  
O kadar var ki “Hocaefendi”nin inançlararası diyalogdan yana stratejisi kurgu vesilesiyle “kanlı-canlı” karşımızda ve “Hacı Gümüş”ü bir Amerikalı (Hıristiyan) kadınla (Gina Gershon) evli olarak izliyoruz. 
Yine Mustafa Sandal, verdiği röportajda bunu filmin Fethullah Gülen’le ilgisi olmadığına kanıt diye öneriyor ve “Fethullah Beyin Hıristiyan eşi mi var” diye soruyor. 
Bir sinema filmi bu kadar “literal” okunabilir mi?! “Hocaefendi”nin “medeni hali”ne değil, düşünce eksenine dikkat edilince kurgu, hayattaki karşılığını buluyor hâlbuki...
Mahsun’un zihninde, evet, dinler-arası diyalog motifi bariz biçimde var. Bu, hem “Hacı Gümüş”ü Hıristiyan bir kadınla eşleştirerek, hem Hıristiyan karısından doğma kızını bir Hıristiyan erkekle evlendirerek, hem de bu genç çifte önce kilisede sonra da camide nikah kıydırarak dışa vuruluyor.
Mahsun’un zihninde ılımlı (liberal) İslâm da var ve “Hacı Gümüş” karakteri tam da böyle bir İslâm’ın Fethullah Hoca çağrışımlarıyla yüklü kişileştirilmiş temsili...  
Ve Mahsun’un zihninde küreselleşme, daha doğrusu “küyerelleşme” de var. Yerel olanla küresel olanın müzakere, mücadele ve mübadele içinde olduğu çağ hali yani... 
Bu da İstanbul üzerinden New York’a açılan sonra Bitlis’e (Said Nursi ve Nurculuk çağrışımlarıyla) uzanan senaryoda belirgin, ama esas filmin adında berraklaşıyor: “New York’ta Beş Minare” adı, küreselden yerele kurulan bağı adeta gözümüze sokmakta. 
Fakat burada bir uyuşmazlık da var sanki... Bu ad altında daha çok bir komedi bekliyor insan; aynen “Yahşi Batı” gibi... 
Mustafa Sandal aynı röportajda filmin önce komedi tarzında düşünüldüğünü, hatta projenin ilk sunulduğu Sinan Çetin’in de filmi komedi olarak çekmek istediğini söylüyor. Çetin’le anlaşılamamış ve bir süre ertelenen proje yakınlarda hayata geçmiş. 
Belki filmin adı, bir komedi olarak tasarlandığı o zamanlardan kalma ve film bir “politik melodram” olarak yapılandırılınca bu ad böylesine eğreti kaldı, kim bilir?..
Tüm bunların ötesinde filmin ana teması, Mahsun’un en iyi bildiği olgudan besleniyor ki bu, “töre”, daha açık ifadeyle kan davası... 
Filmin en sağlam, daha doğrusu en az aksayan yeri burası. Gerçi orada da bir emniyet mensubunun “kanlı”sını bulma yolunda tüm teşkilatı amacına alet ediyor olması fantezi sınırlarını zorluyor, ama neyse!..
Mahsun Kırmızıgül’den sinema adamı olarak ümitlenmeyi en fazla teşvik eden yön bu. 
Mahsun, ekrandan değil “toprak”tan öğrendikleri üzerinden film yapmayı yeğlerse ve bu kadar statükocu takılmazsa daha kalıcı “artistik” başarılara imza atabilir.  
Son olarak hayli kusurlu bulduğumuz bir noktayı paylaşalım: Bitlis’te küçük yaşta bir kan davasına alet edilen, sonra da Amerika’ya hicret eden “Hacı Gümüş”ü Mahsun, Haluk Bilginer üzerinden Kürt aksanıyla Türkçe konuştururken “Beyaz Türk” aksanıyla İngilizce konuşturuyor. Üstelik bu Amerikan İngilizcesi de değil; Bilginer’in “Londoner” günlerinden yadigâr bir İngiliz İngilizcesi... Konuyla ilgili dilbilimci danışmanlara müracaat edilmesi gerekirdi, ama ihmal edilmiş.