Babam Mahir Atay öncelikle yumuşak başlı, neşeli ve esprili bir insandı. Onun pek çok başka huyunu aldım ben: Alınganlık, hassasiyet, kırılganlık…
Ama bilmiyorum espritüel tabiatını ne kadar alabildim? O, en olmadık zamanlarda öyle laflar ederdi ki buzlar çözülür, gerilimler kaybolur, sertlikler yumuşardı. Bir sohbet ortamında fikrî gidişatın seyrini bir espriyle dönüştürebilecek ustalıkta insandı.
Bunlardan birinde, tabii bilmeden, büyük ihtimalle de istemeden benim “sosyalizm”e emeklememi başlattı.
1970’lerin başı. Dünyada olduğu gibi Türkiye’de de sol-sosyalist bir politik iklim havaya hâkim. “Devrimci gençlik” sokaklarda… Deniz’ler, Mahir’ler, Ulaş’lar ortalığın tozunu atıyor. 8 ya da 9 yaşında olmalıyım. Ankara’da orta halli bir memur ailesinin tek çocuğu… Annem köy enstitüsü altyapısının da etkisiyle sıkı, kararlı bir CHP ve İnönü sempatizanı… Babam hemen fark edilebilecek bir politik çizgi dışa vurmuyor, ama yakın çevrenin “söylenti”si Demirel’e oy verdiği şeklinde. Kendisine sorulduğunda şakayla karışık bir üslupla gargaraya getirip savuşturuyor soruyu… Siyasal tercihi var, ama politikadan pek fazla haz etmiyor gibi…
(Yıllar sonra gerçi, gardırobunu karıştırırken altta bir köşede saklanmış, Menderes’in asıldığı güne ait gazeteleri buluyorum. Ve politikayı hem hüzün yüklü hem de riskle dolu bir alan olarak deneyimlediği kanısına varıyorum.)
Gelgelelim dönem, yukarıda da tariflendiği üzere, ülkede politik basıncın özellikle sol gençlik eylemleri üzerinden hayli yüksek olduğu bir dönem. Hiçbir ortamda politikadan kaçamıyorsunuz. Aile meclislerinde de, o günlerde en önemli sosyalleşme pratiği olan misafir gezmelerinde de…
İşte o dönemde anne-babamın yakın ahbabı bir ailenin evinde misafirlikteyiz. Hatırlayabildiğim kadarıyla benden 5-6 yaş büyük bir oğulları, ondan 2-3 yaş büyük de bir kızları var. Kız, güzel mi güzel! O yıllarda mini etek moda, Türkiye’de kent merkezlerinde de hayli revaçta ve bu “Abla” güzel bacaklarını açıkta bırakan nefis bir mini etekle aramızda o gece…
Ben, ona hayranım!
Siyah-beyaz yayını birkaç yıl önce yaygınlaşmış TRT’de “Ajans” (“Haberler” yani!) başlıyor. Yine tam hatırlayamıyorum ama ya Zafer Cilasun ya da Jülide Gülizar spiker olarak karşımızda. Tabii haberler o zaman da iç açıcı değil… Eylemler, tutuklamalar, soygunlar, sabotajlar gırla… Yine tabii ki resmi televizyon kanalı verip veriştiriyor: “Marksist-Leninist”, “anarşist”, “komünist”, “sosyal bir sınıfın diğer bir sosyal sınıf üzerinde tahakkümünü amaçlayan yasadışı silahlı sol örgütler”… Bu sözler uçuşuyor havada… Anlamıyor, ama ürküyorum.
Odada sıkıcı bir gerginlik havası yaratan bu “değerlendirme”lerin arasına mini etekli, güzel “Abla”nın, ekrandaki genç adamın çatık kaşlı çehresine bakarak belli-belirsiz kısık bir sesle sarf ettiği şu sözler sıkışıyor: “Hay Allah, ne kadar da yakışıklı”.
Ve Babam, çapkın bir ifade kondurduğu yüzünde yan bakışlarla muzipçe patlatıyor bombayı:
“Mahirler hep öyledir!”
Birdenbire mucize gerçekleşiyor odada. Önce kahkahalarla ortamdaki gerginlik kayboluyor. Akabinde söylemin akışı değişiyor: “Canım, bu çocuklar da o kadar kötü değiller!”; “Onlar da vatanlarını-memleketlerini düşünüyorlar!”; “Bağımsız Türkiye istemenin nesi fena Allah aşkına?!”; “Yalan mı sömürü de var, biz ay başını zor getiriyoruz, birileri zevk-i sefasında!”; “Yazık hem onların da anne-babaları var!”; “Tabii canım, baksana hepsi pırıl pırıl, akıllı çocuklar!”; “Aslında devlette de kabahat yok mu yani hiç?!”…
Babamın bir sözü inanılmaz biçimde söylemin içeriğini dönüşüme uğratıyor o gece… Devletin topluma tahakkümüyle kültürlenmiş dar gelirli bir grup insan, “ortalama statükoculuk”tan yine ortalama ve ılımlı bir “protest”liğe yumuşak geçiş yapıyor.
Babam tabii ki o gün beni belli bir siyasal-ideolojik rotaya soktuğunun farkında değildi. Yukarıda belirttim, teorik çerçevede sosyalizme çok uzaktı o…
Fakat diğer taraftan “pratikte” sosyalist olarak tanımlanabilecek motiflere de fazlasıyla sahipti. O, tanıdığım en “diğerkâm” insandı. Ömrü boyunca hemen her zaman kendinden çok çevresindekileri, sadece ailesi de değil, eş-dost, hısım-akrabayı gözetti. Üç kuruşunun ikisini paylaştı. O yüzden hiç mal-mülk sahibi olmadan göçüp gitti bu dünyadan…
Dolayısıyla diyebilirim ki ben sosyalizmin rotasına Babamın bir esprisiyle girdiğim kadar, pratiğini de bir ölçüde onda gözlemledim.
Bugün sosyalizmi bir siyasal ve ekonomik sistem olarak alıp, o isim altında “realize olmuş”, sonra da çökmüş bazı örnekleri işaret edip ona dair “imkânsızlık” iddiası ortaya atabilirsiniz. Bu yaklaşım tarzından sosyalizm, yıkılmış bir sistem, sönmüş bir ütopya olarak tanımlanabilir.
Ama sosyalizmin bir sosyo-politik düzenlemeden önce bir hayat algısı ve üslubu olduğunun ileri sürülmesini yine de önleyemezsiniz.
Sosyalizm, insanın “toplumsal hayvan” olduğunu bilmekle başlar. Diğerkâm, duygudaş (empati) ve paylaşımcı tutumla ilerler. Hayata, “değişme” kaçınılmaz gerçeğinden beslenen her daim eleştirel bakışla sonsuzlaşır.
Devlet sosyalist olmasa da, olamasa da insan sosyalist olur. Daha doğrusu sosyalizm, insandan başlar, insanla hayata geçer.
Sosyalizme hayatını vermiş “Mahir”i, işte öylesine, kendisi de farkında olmadan sosyalizmi hayatına geçirmiş bir diğer “Mahir”le tanıdım-sevdim ben… Sosyalizmin nerede bittiğini değilse de nerede başladığını da ondan öğrendim.
O tatlı, güzel, duygusal Babamdan…
Yaşasın sosyalizm!
Mahirler nur içinde yatsın!
Babalar gününüz kutlu olsun!..