Tayfun Atay

23 Şubat 2010

İSMAİLAĞA 'CEMİYETİ'

Fethullah Hoca’nın söylediği rivayet olunan bir söz var: “Cemaattik, cemiyet olduk” diyormuş Hocaefendi…

Fethullah Hoca’nın söylediği rivayet olunan bir söz var: “Cemaattik, cemiyet olduk” diyormuş Hocaefendi… Geçen haftaki olaylar benzer bir deyişi İsmailağa Cemaati için de işlerliğe sokmanın mümkün olduğunu bana düşündürüyor.
“Cemaat-cemiyet” ayrımına burada uzun uzadıya, sosyolojik/antropolojik detaylarıyla girme imkânımız yok ne yazık ki… O yüzden (riskleri de göze alarak) kestirmeden gitmek ve Fethullah Hoca’ya isnat edilen sözü, liderliğini yaptığı hareketin toplum içinde mütevazı bir dinsel topluluk olmaktan çıkıp neredeyse toplumun kendisi olma yoluna girdiğinin ifadesi şeklinde yorumlamak istiyorum.  Bir zamanlar İstanbul, Fatih-Çarşamba merkezli küçük ölçekli bir oluşum iken şimdi Türkiye sathında ekonomik, politik ve hukukî süreçleri etkiler hale gelen İsmailağa Nakşibendî çevresi de aynı yola girmiş gibi görünüyor.
Aslında bu pek beklendik bir gelişme değildi. İçe dönük, dışa kapalı, gelenekçi ve modernliğe antipatik duruşuyla bu çevrenin zaman içinde tıkanacağı, yalnızca folklorik bir öğe olarak kalacağı şeklinde öngörüler vardı (Ruşen Çakır, Ayet ve Slogan-Türkiye’de İslami Oluşumlar, 1990, s. 64-66). Ama öyle olmadığı bugün görülmekte…
Peki, bu nasıl oldu? Ruşen Çakır’ın yukarıda kaydedilen kitabında yer alan bilgilerle Selin Ongun’un önceki hafta T24’te bu cemaatin içini en iyi bilen isimlerden Saadettin Ustaosmanoğlu ile yaptığı çarpıcı söyleşiden notları kendimizce etkileşime sokarak bu soruyu yanıtlamaya çalışalım!
1990’lardan itibaren bazı “iç” ve “dış” sebeplerle İsmailağa Cemaati’nin “klasik” yapısının değiştiği öne sürülebilir. Dış sebeplerden ilki, 1990’lardan itibaren Türkiye’de özel televizyonların yaygınlaşmasıyla bir medyatik patlamanın yaşanması… Bu, ilerleyen süreçte başta internet olmak üzere diğer medya teknolojilerinin eklenmesiyle daha da ivme kazanan bir gelişmeydi.
Bunun sonucunda görsellik, hayatın içinde en önemli unsur haline geldi. “Görsel kültür” Türkiye’sinde kural, artık her şeyin ancak görünür olabilirse var olabileceğiydi.
İçe kapalı İsmailağa Cemaati’nin memleketteki bu yeni havadan etkilenmediğini söylemek zor. Nitekim bugün Cemaat’in içinden Cübbeli Ahmet Hoca gibi spektaküler, medyatik ve hatta “mizahî” bir figürün çıkmasının da bu gelişmeyle ilintisi olsa gerektir.
İkinci “dış” gelişme, tabii ki “28 Şubat”… Darbe’nin popüler katmanlardaki icraatının en göze çarpan boyutlarından biri, tesettürlü kızların üzerine gitmek ve “ikna odaları” idi kuşkusuz. Ama ekranlara sıkça düşen bir diğer icraatı da Fatih-Çarşamba’daki cemaat mensuplarının kılık-kıyafet açısından “tedip edilme” girişimleriydi. Cemaat, bu süreçte kamuoyunun gündemine sıkça gelip, çokça eza çeken çevrelerden biri olarak görüldü, daha doğrusu “görüntülendi”. Bunun, özellikle 28 Şubat “mağduriyeti”nden çıkan AKP iktidarı nezdinde cemaatin itibarını artıran bir durum olduğu düşünülebilir.
İsmailağa Cemaati’nin yükselişinde bazı “iç sebepler”e işaret etmek de mümkün. Şöyle ki “post-tarikat” bir hareket olarak değerlendirilebilecek Fethullahçılığın giderek kitlesel rağbet gören ana mecra haline gelmesiyle tarikatlar, özellikle de Nakşibendîlik kritik bir evreye girmişti. Ülkedeki en etkin Nakşî çevre, MSP-RP ve AKP siyasal kadrolarını yetiştirmiş olan Şeyh Mehmed Zahid Kotku’nun İskenderpaşa Cemaati, onun ölümünden sonra inişteydi. Kotku’nun damadı olan yeni Şeyh, ilahiyat profesörü Esad Coşan, özellikle Erbakan ve çevresi tarafından Kotku kadar itibara mazhar olmadı. Coşan’ın da ölümünden sonra bu çevre iyice sönümlendi.
Aralarında bir “mürit-mürşit” ilişkisi olmasa da İsmailağa Cemaati’nin lideri Mahmut Ustaosmanoğlu, Şeyh Kotku’ya karşı hürmetkâr olmuş ve o sağken hayli mütevazı bir irşat faaliyeti sürdürmüştü. Kotku’nun vefatı, Mahmut Hoca’nın da önünü açtı bir bakıma.
İskenderpaşa’nın yeni şeyhi Esad Coşan’ın ilahiyatçı kimliği “sûfi”liğini destekleme yönünde bazı bakımlardan katkı sağladıysa da “tarikat İslâmı”nın talep ettiği “geleneksel karizma”nın “daha çok mektepli” Coşan’dan ziyade “daha çok alaylı” Mahmut Hoca’da olduğu ortadaydı. Bu süreçte İsmail Ağa Cemaati, Ruşen Çakır’ın deyişiyle “metropoldeki taşra”nın sesi olmaktan çıkıp “taşralaşmış metropol”ün hâkim Nakşî çevresi oldu. Oradan da Türkiye taşrasına alabildiğine açılmak, yukarıda kaydedilen diğer gelişme dinamikleri doğrultusunda çok zor olmadı anlaşılan...
Memleketin Nakşî topografyasında oluşan boşluk, “post-tarikat” Gülen hareketinden gelen rekabetin kışkırtması, medya-magazinel kültürel atmosferin itkisi ve 28 Şubat’ın “mağdurdan muktedir” üreten etkisi… Bunlar, İstanbul’da bir “getto”dan ibaret olan İsmailağa Cemaati’nin kabuğunu kırmasına katkıda bulunduğu öne sürülebilecek dinamikler. Bugün Türkiye’de gerek toplumsal gerekse siyasal süreçlerde hayli mesafe kat etmiş bir oluşum artık bu. Öte yandan bir aralar Fethullahçılık karşısında inişe geçmiş Nakşîliğin, “restorasyon”a uğramış bu kolu aracılığıyla yeniden canlanması şeklinde bir durumla karşı karşıya olduğumuz da söylenebilir.
Ama en önemlisi Türkiye’de siyaset sahnesinde hemen hemen rakipsiz yoluna devam eden AKP iktidarının yıpranma sürecinin dıştan değil, kendi içinden başlayacağını düşündüren gelişmeler bunlar. Son Erzincan-Erzurum olayları gösterdi ki iktidar pastasından pay talep etme yolunda İsmail Ağa Cemaati de Gülen çevresinden aşağı kalır değil. Dolayısıyla AKP kurmayları önümüzdeki dönemde CHP-MHP muhalefetiyle uğraşmaktan çok “içeri”deki bu ve benzeri çevrelerle mücadele etmek durumunda kalırlarsa, buna şaşmamak lâzım...