Tayfun Atay

28 Temmuz 2010

İSLÂM ÇOĞULDUR

Belki istenirse ya da Karaman’ın sözlerinde geçtiği üzere “zorlanırsa”, buna inanılabilir. Ama işte, inanmak başka şeydir, bilmek başka…


Prof. Dr. Hayrettin Karaman geçen hafta Yeni Şafak gazetesindeki köşesinde çoğulculuğun İslâm’a ve inanca aykırı olduğunu yazdı. Bununla da kalmadı ve “İslâmî etnosantrizm” olarak nitelendirilebilecek bir anlayışla “Müslümanlar”ın diğer insanlardan üstün olduklarına inanmaları gerektiğini vurguladı.
Karaman’ın sözlerini özetle hatırlayalım:
“Felsefi ve dini mânâda çoğulculuk bizim medeniyet, kültür ve imanımız ile bağdaşmıyor. … Sosyal ve kültürel çoğulculuk insanların ve kültürlerin değer bakımından da eşit oldukları esasına dayanıyor. Hâlbuki Müslümanlar hem İslâm insanının diğer insanlardan –insan olmak bakımından değilse de insanlığı belli bir iman ve ahlâk çerçevesinde gerçekleştirmek bakımından- üstün olduğuna, hem de İslâm medeniyet ve kültürünün örnek olduğuna inanmak durumundadırlar. … Bir Müslüman İslâm’dan, İslâm inancından, İslâm medeniyetinden daha güzeli, daha iyisi olmadığına inanmak zorundadır”.
İlahiyat perspektifinden kaleme alınmış bu “özcü”, ırkçı ve totaliter ifadelerin söz konusu perspektif çerçevesinde dahi rakipsiz, seçeneksiz ve itirazsız olduğu düşünülemez. Nice âlim ve mutasavvıf, İslâm’ı çok daha hümanist, eşitlikçi ve “diyalojik” değerlendirme ve yorumlama cihetine gitmiştir.
Fakat üzerinde asıl durulması gereken husus, yukarıda ifadelenen teolojik özcülüğün, antropolojik bağlamdaki “özürlü”lüğüdür. İslâm’ın çoğulculuğa aykırı olduğunu imanî temelde ileri sürmek, onun tarihsel ve sosyal-kültürel gerçekliğine aykırı düşer.
Çünkü İslâm çoğulculuğa karşı olamayacak kadar “çoğul” bir dindir.
Tek doğru ve mutlak hakikat İslâm’dır diyen Karaman’a şu basit soruyu sormak gerekir: Hangi İslâm?..
Suudi Arabistan’da kadınların araba kullanmasını yasaklayan İslâm mı, yoksa Türkiye’de giderek kanıksadığımız şekilde tesettürlü kadınları şoför mahalline oturtabilen İslâm mı?
Peygamberin kabrine tazim amaçlı yönelimi bile “şirk” (Allah’a eş koşma) sayan Vahhabi İslâm mı, yoksa türbe-yatır ziyaretlerini ibadetin bir parçası sayan tarikat İslâm’ı mı?
İbni Arabi’yi “Şeyh-i Ekber” (En büyük şeyh) sayanların İslâm’ı mı, yoksa “Şeyh-i Ekfer” (Kâfirlerin şeyhi) sayanların İslâm’ı mı?
İmam Humeyni’nin çatık kaşlı çehresinden yansıyan ve onun “İslâm’da gülünecek hiçbir şey yoktur” anlayışıyla karakterize olan İslâm mı, yoksa “Güler yüz sadakadır” hadîs-i şerifinden hareket eden tasavvufî İslâm mı?
El Kaide ile temsil edilen, “Kör İmam”ın “İslâm adına terör caiz” sözünde izi sürülebilecek olan İslâm mı, yoksa “Yaradılanı severiz Yaradandan ötürü” diyen Yunus’un İslâm’ı mı?
Irak’ta ölümüne çatışan, İslâm tarihinin ilk siyasi bölünmesinin taraflarından Şiî İslâm mı, yoksa Sünni İslâm mı?
Sivas-Madımak’ta katledilenlerin İslâm’ı mı, yoksa katle imza atanların İslâm’ı mı?..
Sonsuza kadar çoğaltılabilecek olan ve kendisini hem söylemde hem de pratikte gösteren bu İslâm-içi farklılık, karşıtlık ve çatışma durumu, tekçi ve özcü bir İslâm anlayışını savunma imkânı bırakmaz. 
Belki istenirse ya da Karaman’ın sözlerinde geçtiği üzere “zorlanırsa”, buna inanılabilir. Ama işte, inanmak başka şeydir, bilmek başka…
Üstelik inancını bir kenara bırakmaksızın bu sosyo-tarihsel bilgi ile barışık pek çok âlim, aydın ve akademisyen de mevcuttur İslâm dünyasında… Bunu özellikle kaydetmek ve bunlardan birinin akademik/entelektüel performansını zikretmek bahse konu sözleri “nötralize etmek” açısından uygun olacaktır.
Merhum Mısırlı sosyal antropolog Abdul Hamid El-Zein, “İslâm antropolojisi”nin kurucusu sayılmayı hak eden bir insandır. El-Zein İslâm’a ilişkin gerek teolojik (imanî) gerekse antropolojik (insanî) yaklaşımlarda çığır açıcı mahiyette bir kavram takdim etmiştir bize… 
Bu, onun yekpare, türdeş ve total bir “İslâm” yerine kullanıma sokulmasını önerdiği ve “Din-i İslâm”ın anlamlandırılmasında ve yaşanmasında söz konusu yerel/yöresel çokluk ve çeşitlilikleri öne çıkaran “İslâmlar” kavramıdır (A.H. El-Zein, “Beyond Ideology and Theology: The Search for the Anthropology of Islam”, Annual Review of Anthropology, Cilt: 6, 1977).
El-Zein bize “İslâm”dan değil, “İslâmlar”dan bahsetmemiz gerektiğini söylemektedir. İslâm adına kimin, nerede, hangi koşullarda, hangi hakla konuşup “gerçek ve doğru” İslâm’ı temsil ettiği soruları, İslâm’ın tek ve gerçek doğru olduğu toptancı iddiasından çok daha can alıcı biçimde karşımızda durmaktadır çünkü…
Bir mistik tarikat, melezlenmelerle yüklü bir mezhep, bir siyasal hareket ya da örgüt, bir devlet ideolojisi, vd… İslâm bunların hepsinde vardır. Peki, “gerçek İslâm” bunların hangisidir veya hangisindedir?
Sorunun cevabı “iktidar”da gizlidir (ki burada da İslâm antropolojisinin bir diğer öncü ismi Talal Asad’ın çözümlemelerine yönelmek kaçınılmazdır). 
“Gerçek” ve “doğru” İslâm’ı diğer “İslâmlar” hilafına var eden bir iktidar mekanizması mevcuttur. Her zaman ve zeminde iktidarın kimde, kimden yana ve kime karşı olduğuna bağlı şekilde belirlenir bu. Dolayısıyla tek bir “gerçek” ve “doğru” İslâm’dan “öteki” İslâmları bastırmadan veya (“heterodoksi” olarak) marjinalleştirmeden söz edemezsiniz.
El-Zein inancına bağlı, samimi bir Müslüman’dı. Amacı, Doğu-İslâm dünyasıyla Batı modernitesini entelektüel bir diyaloga sokup her ikisini de kapsamına alarak aşan bir antropolojik çerçeve oluşturmaktı. 
Fakat tahmin edilebileceği gibi yukarıda zikredilen düşünceleriyle Müslümanlığın tek ve gerçek temsilcisi olduğunda ısrarlı birçok kişi, örgüt ve devleti huzursuz etti. “Bâtıl”a meyletmiş bir “mülhid” gibi davranıldı ona… 
Biz ise kendisini rahmetle anıyoruz. İslâm’ın çoğulluğunun altını çizip Müslümanlar’ın çoğulculuktan başka çaresi olmadığını bilmemize imkân verdiği için… 
Nûr içinde yatsın!..