Tayfun Atay

21 Mart 2019

Hangi Erdoğan?

Serde seçim var, serde iktidar var, serde “Reis"lik bekası var...

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Washington Post’ta kaleme alınmış yazısı, “saadet verici”dir. Bir an “Bunlar benim satırlarım mı yoksa” diye bile düşündüm, inanır mısınız?!.

Başlıktan başlayalım:

“The New Zealand killer and the Islamic State are cut from the same cloth”; yani, “Yeni Zelanda’daki katil ve IŞİD aynı kumaştandır.”

Gerçi burada gazete sanırım Erdoğan’a sıkı bir azizlik yapmış ve onun hassasiyetle “DEAŞ” tabir ederek ismindeki “İslam” bileşenini düşürdüğü terörist oluşumu Anglo-Sakson dünyadaki yaygın telaffuzuyla “ISIS” dahi yazmayıp yine yaygın bir diğer kullanımla doğrudan “İslam Devleti” (Islamic State) şeklinde başlıklamış.

Neyse, bu ayrı konu… Biz burada Erdoğan’ın Amerikan gazetesindeki yazısının ana fikri olarak başlıkta da Yeni Zelandalı ırkçı-İslamofobik terörist ile IŞİD aynı kumaştan şeklinde yansımasını bulan “söylemsel yüzü” ile seçime yaklaşırken “meydanlardaki söylemsel yüzü” arasında bir karşılaştırmaya gideceğiz.

***

Ama ona geçmeden önce belirtelim ki evet, başlığı görünce, “Yahu bu benim 2015’te Charlie Hebdo katliamı sonrası kaleme aldığım metin olmasın” diye bir soru oluştu zihnimde!.. Bakın neler yazmışım 9 Ocak 2015’te, o zaman çalıştığım Radikal gazetesinde:

“İslamofaşizmle İslamofobi ikiz kardeştir. Bunlar birbirinin ayna yansısıdır. Aralarındaki ilişki ‘simbiyotik’ yani yek diğerinden beslenir şekildedir.”

(Bu sözlerin yer aldığı yazı daha sonra şu kitabımda yer aldı: Parti, Cemaat, Tarikat: 2000’ler Türkiye’sinin Dinbaz-Politik Seyir Defteri, Can Yayınları, 2017, s. 87-90.)

Tabii ben bu yazıda İslamofaşizmle İslamofobiyi bağlayan “köprü”lerden biri olarak o dönem yürürlükteki AKP siyasetini de işaret etmekteyim ve şöyle diyorum devamında:

“Özellikle 2012’den sonra ülke içerisinde feci bir kültürel kutuplaşmayı doruğa çıkaracak şekilde toplumu ‘zorla dindarlaştırma’ya yönelik politikalarıyla bir yandan İslamofaşizmi kışkırtıp, diğer yandan İslamofobiyi kamçıladılar.”

O günden bugüne değişen bir şey var mı diye ne siz sorun ne ben söyleyeyim! Çünkü bu, size de bana da haksızlık olur; arife tarif gerekmez çünkü!..

***

Bunu da geçelim ve nihayet asıl konumuza gelelim! Türkiye’nin AKP’li Cumhurbaşkanı’nın dışarıda yazdıkları ile içeride söyledikleri aynı kafadan çıkmakla birlikte bunlar arasında yabana atılmayacak derecede bir “açı” farkı var.

Erdoğan Washington Post’taki yazısında son derece makul mahiyette diyor ki:

“Christchurch katliamının faili olduğu iddia edilen kişi, dünya tarihini ve Hristiyan inancını çarpıtarak, çarpık görüşlerini meşrulaştırmaya çalıştı. İnsanlar arasında nefret tohumları ekmek istedi. Terörün dini, dili ya da ırkı olmayacağını defalarca vurgulamış bir lider olarak, geçen hafta yaşanan terör saldırılarını Hristiyanlık öğretileri, ahlakı ya da kurallarıyla bağdaştırma görüşlerini kategorik olarak reddediyorum. Yeni Zelanda’da yaşananlar, cehalet ve nefretin zehirli bir ürünüdür.”

Bunları yazan Erdoğan, seçim arifesinde Çanakkale Savaşı’nın yıldönümü vesilesiyle yaptığı meydan konuşmasında, Washington Post’ta katliamın faili olduğunu ve Hristiyan inancını çarpıtarak bunu yaptığını söylediği bir "kişi”yi nasıl da “çoğul”laştırarak neler söylüyor bakın:

“Çanakkale’den 104 yıl sonra bir kez daha sesleniyor ve diyoruz ki mesajınızı aldık. Hislerinizi de niyetinizi de anladık. Kininizin, nefretinizin canlı olduğunu anladık. Bir teröristin ortaya çıkarak 50 Müslümanı öldürmesinin ne olduğunu anladık. Aldığımız nefesi bize çok gördüğünüzü anladık. Biz buradayız, 1000 yıldır buradayız, kıyamete kadar da burada olacağız. İstanbul’u Konstantinopol yapamayacaksınız.”

“Medeniyetler Çatışması” tezlerini üretenlerin ekmeğine yağ-bal olacak mahiyetteki bu sert sözleri sarf eden Erdoğan, iş Washington Post’tan seslenmeye gelince aynı bağlamda ama oldukça farklı, sakin, dengeli, “huşunet”ten uzak ve “rıfk” üzere (yumuşak) kuruyor cümlelerini!.. Tekrar bakalım:

“Türk halkı, yüzyıllardır yaşadığı vatanını sadece teröristler öyle talep etti diye bırakıp gidecek değildir. Ya da dengesiz katillerin, bizi herhangi bir dinî topluluğu, ulusu ya da grubu hedef almaya ikna etmelerine izin vermeyeceğiz.”

***

Görüyor musunuz?!..

Bir yanda, “dengesiz katillerin, bizi herhangi bir dinî topluluğu, ulusu ya da grubu hedef almaya ikna etmelerine izin vermeyeceğiz” söylemi…

Diğer yanda bir “dengesiz katil” üzerinden Avustralya ve Yeni Zelanda uluslarına şöyle sesleniş: “Hislerinizi de niyetinizi de anladık. Kininizin, nefretinizin canlı olduğunu anladık. Bir teröristin ortaya çıkarak 50 Müslümanı öldürmesinin ne olduğunu anladık. İstanbul’u Konstantinopol yapamayacaksınız.”

Bu birbiriyle hiç mi hiç “mütekabil” olmayan ifadelerin aynı zihinden çıkması “kabil” mi?..

Kabil!.. Çünkü iki ayrı “nabız” var; o “nabız”ları tutup ona göre şerbet vermek de iki ayrı söylem yüzlü olmayı gerektiriyor.

Tıpkı bir yanda Washington Post’ta Yeni Zelanda Başbakanı Jacinda Ardern’den bahisle, Batılı liderlerin tamamının, ülkelerinde yaşayan Müslümanların benimsenmesi hususunda onun cesareti, liderliği ve samimiyetinden ders alması gerektiğini yazmak;

Öte yanda Türkiye’de meydanlarda, “50 tane ibadette olan kardeşimizi kalleşçe, adice, alçakça öldürdü. Ama bunun hesabını vereceksin. Bunun hesabını eğer Yeni Zelanda sormazsa öyle veya böyle biz bunun da hesabını sormasını biliriz” şeklinde konuşmak gibi...

Bir taraftan dünyaya örnek gösterdiğiniz ülke yöneticisine, diğer taraftan “bak, gereğini yapmazsan biz bu hesabı görürüz” demek ve böylece ister istemez hem İslamofobiyi kamçılama noktasına sürüklenmek, hem de durumdan vazife çıkarmaya zaten dünden hazır odaklara istedikleri malzemeyi vermiş olmak...

Nasıl oluyor bu çifte standart?..

Serde seçim var, serde iktidar var, serde “Reis"lik bekası var da oluyor işte!..

***

Tabii hem Avustralya Başbakanı hem de Yeni Zelanda Başbakanı’nın tepkisini çekti Erdoğan’ın “İçeride”ki sözleri… Onlar şimdi Türkiye’ye yüz yüze görüşmek ve bu sözlerle “yüzleşmek” için yetkililer göndermeyi plânlıyorlar.

Geldiklerinde mutlaka onları sakinleştirecek, endişelerini giderecek sözler sarf edilecektir de o zamana kadar Washington Post’ta yayımlanmış, gayet makul ve umut verici mahiyette olan “Dışarıda”ki sözlerle de idare edebilirler pekâlâ!..

***

Sonuç olarak, doğrudur ve Cumhurbaşkanı haklıdır; Yeni Zelandalı İslamofobik terörist ile IŞİD’li İslamofaşist terörist aynı tornadan çıkma, aynı kumaştan dokunmadır.

Christchurch’de yaşananın “dölyatağı”, Charlie Hebdo’da yaşanandır.

Şimdi de “Christchurch”ün yeni bir “Charlie-Hebdo”ya dölyatağı olmaması için dikkat, hassasiyet ve dirayet sergilemek gerekiyor.

İslamofobi’den yeni İslamofaşist serpintiler üretecek veya bunlara bahane oluşturacak tavır, söylem ve eylemlerden kaçınmak gerekiyor.

Kuvvetle muhtemel ki şu anda kuytu köşelerde, karanlık dehlizlerde, IŞİD hücrelerinde bol bol izlenip kin ve hınca yükleme yapılan katliam filmini gözlerden, kitlelerden, meydanlardan uzak tutmak gerekiyor.

Gerekiyor-du!..

Ama işte dedik ya, iki ayrı nabız, iki ayrı kitle, iki ayrı hedef var ortada.

Bu doğrultuda dünya kamuoyunun payına Washington Post’taki söylem düşüyor:

“Yeni Zelanda'da masum insanların canına kıyan katil ile Türkiye, Fransa, Endonezya ve diğer başka birçok yerde terör eylemi düzenleyenler arasında kesinlikle hiçbir fark olmadığını görmemiz gerekiyor.

Amma velakin, büyük şair Hasan Hüseyin Korkmazgil’in dizesiyle “Şu benim her yanı bin dert açan çıra çakmak ülkemde”, bizim payımıza da meydanlardaki söylem düşüyor:

“Dedeleriniz geldiler, burada olduğumuzu gördüler, kimi ayakta kimi tabutta geri döndüler. Aynı niyetle gelecekseniz sizi de bekleriz. Sizleri de dedeleriniz gibi uğurlayacağımızdan hiç şüpheniz olmasın!.."