Cesur bir tercihle hikâyesini sondan başa kurgulayan 'SON', ne yazık ki gizemini karmaşa ve muğlaklıkla katlanılmaz hale getirince, bu cesaretinin meyvelerini de yiyemiyor
Hikâyesini sondan başa kurmak gibi aykırı ve cesur bir tercihle önceki hafta yayına giren ‘SON’, iki anahtar kelime işlerliğe sokularak değerlendirilebilir: ‘Gizem’ ve ‘arap saçı’… Birleştirelim bunları: ‘Gizem’in arapsaçına dönmüş halde bize sunulduğu bir diziyle karşı karşıyayız.
Gizem, hele ki gerilimli gizem, roman ve sinemada olduğu gibi televizyon dizisinde de çekici bir tarz kuşkusuz. Ama ilk ikisinden çok daha fazla uzun soluklu takip talep eden dizi film tarzında o, ciddi riskler de taşımakta. atv, önceki dönemde yine böyle bir gerilimli gizem dizisini (bu kadar bütüne yayılmış ve tüm karakterleri kapsamına almış ölçüde olmasa da) denemişti ‘Kızım Nerede?’ ile… Yürümedi ne yazık ki... Bir defa yetersiz, inandırıcılıktan uzak, hatta yer yer komik bir ‘casting’ söz konusuydu (Burak Hakkı’nın ‘Komiser’ performansı unutulmazdır mesela). Ama esas, gizemi ‘taze’ tutmayı, serpiltip büyütmeyi başaramadı dizi. Tersine, gizemle sıktı, bunalttı.
Bu tip yapımlarda seyirciden azami talepte bulunmanız kaçınılmaz. Sabır, dikkat ve yoğunlaşma istiyorsunuz. Bunu istediğiniz insan, ‘website’lerde sörf yapan, ‘tıklama manyağı’ olmuş bir ‘sibermen’. Yani sabır eşiği düşük, dikkati dağınık ve bir ‘puzzle’ın parçalarını birleştirip sonuç almaya ne takati ne de çok isteği olan bir insan…
Dolayısıyla gizem ve gerilime dayalı bir tema ile yol almak, çok büyük maharet ve ustalık istiyor. En önemlisi, gizemli ama ‘berrak’ olmanız lazım. Gizemi karmaşa ve muğlaklıkla katlanılmaz hale getirmemeniz lazım. Onu, arapsaçına döndürmemeniz lazım.
Dağınık gelgitler
Maalesef ‘SON’, ilk iki bölümüne bakıldığında bunları sağlayabilmiş görünmüyor. Ağır tempolu (iki bölümdür havalimanı kamera kayıtlarını çözmeye çalışıyoruz), tekrarlarla yüklü (kocası kayıp kadın ha bire telefonda bir şey bulundu mu diye sorup, hayır yanıtı alıp duruyor) ve geçmişin farklı dönemlerine dağınık gelgitlerle yorucu, en geniş anlamda sıkıcı bir dizi bu…
Erkan Can için talihsizlik olmuş demeden de geçemeyeceğim. Kurgusal akıştaki tekrarların onun karakter retoriğindeki tekrarlarla (“Henüz değil Aylin, henüz değil”; “Sağ ol Nihat Kardeş, sağ ol”) bütünleşmesi kaderin cilvesi midir?! Tabii ki hayır. Bunlar özensizlikten, dikkatsizlikten ve en önemlisi çok zor bir işe soyunmuş olmaktan… Dizi, yol alamıyor, ilerleyemiyor, açılıp ferahlayamıyor. Engin Altan Düzyatan’ın bir o evde bir bu evde koca koca adımlarla oda arşınlamasından bunalıyoruz. Geçmişe (1995, 1999, 2010) ve (o da ne!) geleceğe (2013) ha bire gidip gelmekten başımız dönüyor.
Bir de ‘İran’ boyutu var hikâyede ve hayli çirkin bir ‘oryantalizm’le malul hale getirmiş diziyi. Sözüm ona İran’da geçen sahneler, dolayısıyla İran’ın resmedilişi, o kötü, propagandist Amerikan filmi ‘Kızım Olmadan Asla’yı çağrıştırıyor. Hatta o filmle bir etkileşim olasılığını akla getiriyor.
‘SON’, bu haliyle hızla sona yaklaşıyor.