Tayfun Atay

26 Ekim 2009

Dışkıcılıktan fışkıcılığa memleketin serencamı

Yazma arzusuyla çırpındığım iki ayrı konu var kafamda. İkisinden de vazgeçemiyorum.

Yazma arzusuyla çırpındığım iki ayrı konu var kafamda. İkisinden de vazgeçemiyorum. Birbiriyle bütünleştirmek de hayli zor bunları. Yine de deneyeceğim. Vira bismillah!..

* * *

Geçen hafta bıraktığımız yerden alalım.

Rahmetli Ünsal Hoca’nın iki grup öğrencisi oldu. Bir grup onun anlattıklarını tam da onun istediği gibi insanlığın yararına entelektüel bir seferberlik yolunda teçhizat kıldı: Yabancılaşmanın üstesinden nasıl gelinirdi? Bilinçler endüstriyel tutsaklıktan nasıl kurtarılırdı? Meta fetişizminden nasıl uzak durulabilirdi? Özlüce, “yanlış hayat” nasıl doğru yaşanabilirdi?..

İkinci grup ise ondan öğrendiklerini “şeytanî” bir akılla kendi yararlarına endüstriyel bir seferberlik doğrultusunda işlevselleştirdi: “Yabancılaşma”nın sebebi olan ideolojik aygıtlar, yabancılaşma acısını “uyuşturma” yolunda daha fazla nasıl kullanabilirdi? Bilinç endüstrisi daha ileri aşamalara, duygu ve inanç endüstrilerine nasıl vardırılabilirdi? Meta fetişizmi nasıl daha da köklü kılınarak marka fetişizmine ilerletilebilirdi? Yine özlüce, “yanlış hayat, nasıl doğru diye yutturulabilir”di?..

 

Birincilerin arasından Ünsal Hoca’nın “sahte bilincin panzehiri” diye tanımladığı “belgesel”i mesleki uğraş haline getirenler çıktı. İkincilerin arasından ise Biri Bizi Gözetliyor, Popstar, Gelinim Olur musun, Kocam Bir Melek ve şimdilerde çok revaçta olan Bir Şarkısın Sen gibi, meşhurluk yanılsamasına yol açarak yabancılaşma acısını bastıran garabetleri yapanlar çıktı.

 Hepimiz biliyoruz ki ikincilerin devr-i saltanatında yaşıyoruz. Birinciler meşruiyetlerini yitirirken ikinciler âlâ ve vâlâ ile “meşhuriyet” ilan ettiler.

Gözden düşen belgesel, özgür, eleştirel akla hitap ediyor, altyapısında matbuat kültürü yer alıyor, okumaktan ve “kafa yormak”tan besleniyordu. Küçücük çocukları koca koca edalı-işveli starlar pozunda ekrana süren gözde yapımlar ise akıl tutulmasına uğramış zihinlere hitap ediyor, görsel kültür alt yapısına dayanıyor, seyir ve rehavetten besleniyor.

* * *

“Fışkıcılar”, bu “vasat”ın ürünü. “Yazı yazma”nın sabırlı okuma, araştırma ve birikimlere dayanmaktan çıktığı, fikir vermek yerine tutku kamçılamak için gerçekleştirildiği ve aklın mihengine vurulmayı değil, nefsin dizginlerini boşaltmayı hedeflediği şimdiki zaman, onları var etti.

Düşünce dergâhı gazete, kitap ve derginin, eğlence dergâhı televizyonun “mütemmim cüz”ü haline geldiği bir dönem bu. Yazı artık okunmuyor, “tık”lanıyor. Daha vahimi, tıklandıkça okunmuş sayılıyorsunuz. Tıklanan yazar olmak için de öncelikle başlıkta sansasyon ve atraksiyon, içerikte de seks, şiddet, polemik, dedikodu ve çamur bulunması şart.

“Orgazm fışkırığı” tasvirleri bu koşuldan çıkış buluyor.

* * *

Dışkıcılığa gelince, onun yakın tarihinin 1980’lerin Diyarbakır Cezaevi’nde izi sürülebilir olmakla beraber uzak tarihi geç-Osmanlı ve erken-Cumhuriyet dönemlerine kadar geriye gider. Yakın tarihe yönelik, kestirmeden, ama keskince belirtelim: Habur’dan yurda giren 34 PKK’lının on binlerce insan tarafından son derece “spektaküler” (göze hitap eden) biçimde, “şov” yaparcasına ve “medyatik” karşılanışı ile Diyarbakır Cezaevi’ndeki “dışkı ziyafetleri” arasında bir “link hattı” mevcuttur.

Uzak tarihe yönelik olarak da daha önce defaatle yazdıklarımızı satır başlarıyla hatırlatıp bir toparlama yapalım. (Ayrıntıları merak edenler, şimdi net’te yer alan, 2006-2008 arasında Birgün gazetesinde kaleme aldığım yazıları tarayabilirler).

Bir “bürokratik devrim” olarak tanımlanabilecek Cumhuriyet’in siyaseten kuruluşu 1923’te olsa da toplumsal kurulumunun bir süreç olarak on yıllardır devam ettiğini söylemek mümkün. Üstelik bu, hayli sorunlu bir süreç. Çünkü, Lenin’in ifadesiyle, “Bir insan ölürse toprağa gömersiniz; ama eski toplum öldüğünde o, toprağa gömülmez ve aramızda, ortalıkta parçalanıp bozulmaya, çürümeye uğrayarak hepimizi rahatsız eder.”

Şeyh Said İsyanı, İstiklâl Mahkemeleri ve Takrir-i Sükûn, Ağrı ve Dersim  isyanları, General Muğlalı hadisesi, İsmail Beşikçi haksızlığı, kontrgerilla, Diyarbakır cezaevi, faili meçhuller, koruculuk, Ergenekon...  Bunlar, siyasi başlangıcı 1923 olan Cumhuriyet’in “sosyolojik” kurulumu yolunda uğraş verilirken “Eski Rejim”in cansız bedeninden kaynaklanan “çürük”lerden bazıları...

Evet, hem bir Osmanlı mirasçısı olarak, ama hem de Osmanlı’yı “değil”leyerek varlık kazanan Cumhuriyet, bu çok-kavimli İslâmî imparatorluğun parçalanmış yapısından arta kalan, etnik ve dinsel denebilecek iki temel patolojiyle uğraştı durdu on yıllarca. 27 Nisan e-muhtırası ardından 22 Temmuz 2007 seçimleriyle girilen sürecin bu patolojik sorunlardan birini aşma yolunda hayli mesafe katedilmesini sağladığına kuşku yok. Şimdi de Güneydoğu’da gözlenen “dağ-deviren” gelişmelerle diğerinin aşılması yolunda ilerleniyor. Böylece, Cumhuriyet’in sosyolojik kurulum sürecinde belki de yolun sonuna geliyoruz.

* * *

Bu senenin başında Güneydoğu’da bir araştırma için bulunduğum günlerde çarpıcı bir şey fark etmiştim. Ülkenin batısındaki kitapçılarda düşünceleri yerine dekolteleriyle dikkat çeken bir yazı erbabı, “yeni çıkanlar” ve “çok satanlar” raflarında göz doldururken, Diyarbakır’da bir kitapçı hanında, Batı Türkiye’de yıllardır rafların kıyısına veya altına itilmiş türden kitaplar hâlâ boy göstermekteydi. Rafların arasındaki iskemle ve koltuklara oturmuş bazı gençler, bu kitapların sayfalarına iştahla dalmış gitmişlerdi. Sadece olmasa da ağırlıklı olarak Kürt tarihi, kültürü, edebiyatı, mitolojisi üzerine kitaplardı bunlar tabii ki... Ama durum ortadaydı: Batı’da “fışkıcılık” yükselişe geçmişken, Doğu’da “dışkıcılık” dibe vurmakta ve toprağa gömülmekteydi.

Türkiye, dışkıcılığın iktidarına büyük acılar pahasına şimdilerde son vermek üzere olduğu gibi, fışkıcılığın iktidarını da yerinden edecek irade ve aklı devreye sokmayı mutlaka başaracak.