Tayfun Atay

19 Nisan 2010

'Biz maymunuz! Düşüncelerimiz insandır…'

İnsanın evriminde bir kayıp halkanın daha açığa çıkartıldığını geçtiğimiz haftalarda öğrendik.

İnsanın evriminde bir kayıp halkanın daha açığa çıkartıldığını geçtiğimiz haftalarda öğrendik. Bugünümüzü kökenimize bağlayacak zinciri tatminkâr biçimde oluşturabilmek için daha çok sayıda halkaya ihtiyaç var tabii. Yine de insanlığın “soykütüğü”nü çıkarma uğraşında yavaş ama sağlam adımlarla yol almaya devam ettiğimiz bir gerçek.
Bulunan fosil, daha önce de çok sayıda örneği mevcut, insana yakın akraba maymunlarla “insan-maymun” arasında bir geçiş formu olduğu kuvvetle ileri sürülen “insansı”ların yeni numunesi, Australopithecus (“Östralopitek” okunur) sediba… Bunların takriben 4,5 milyon yıl ile 1,5 milyon yıl öncesi arasında Doğu ve Güney Afrika’da yaygın biçimde yaşadığı tespit edilmekte.
1924’te Güney Afrika’da ilk örneği bulunduğunda (“Güney Maymunu” anlamında) “Australopithecus” adı verilen bu yaratığın kafatası dikkatle incelenince onun insan-dışı maymunlardan çok “insan-maymun”a benzediği, ama tam mânâsıyla da insan olmadığı anlaşıldı. O yüzden “insansı” ya da “insanımsı” tabirleri kullanıma sokuldu onu tanımlamak için…
Son buluntunun da gösterdiği üzere, “insansı”lar belli anatomik ve morfolojik özellikleri bakımından goril, şempanze gibi maymunlara benzerken bazı özellikleriyle de insana yakınlık taşımakta. Mesela insan gibi dik yürüyebilecek ayak, bacak, bel ve kalça anatomisine sahipler.
Ama insandan çok yukarıda sözü edilen maymunları andıran ve ağaçlara kolay tırmanabilme imkânı veren uzun kol kemikleri, onların ağaç yaşamından da kopmadığına işaret… Çok muhtemeldir ki kendilerini tehlikede hissettiklerinde veya uykuya çekildiklerinde ağaçların yüksek dallarına sığınmaktaydılar. Üstelik bu, insan türünün aşağıda değinilecek ilk örnekleri açısından da geçerli olduğu tahmin edilen bir durum…
O halde belirtmek lâzım: İlk evimiz, ağaçtı! Sonra mağara, insanın evi oldu. Mağaradan, bugün yaşamımızın merkezinde yer aldığı söylenebilecek “mağaza”ya geçebilmemiz için de milyonlarca yıl gerekti.
Tam anlamıyla “insan” denemeyen, ama insanı biyolojik çerçevede ayırt eden belli karakteristiklere sahip bu tür, ilk insanlarla aynı dönemde de yaşamış. Türümüzün Homo habilis (“Yetenekli İnsan”) adı verilen ilk örnekleri, 2 milyon yıl önce, “insansı”larla aynı doğal çevreyi paylaştıkları Doğu Afrika’da tarih sahnesine çıkmakta.
Yani şu: Türklerin anavatanı Orta Asya ise insanın anavatanı Doğu Afrika…
Habilis’e “yetenekli insan” adının verilmesi, “insan”ı “insansı”dan ayırt eden çizgiye denk düşüyor. Onun taş aletleri var! Yani bir “kültür” yaratıcısı Habilis… “İnsansı” Australopithecus, doğal maddeleri alet olarak kullanabilse de Homo habilis’in gerçekleştirdiği mahiyette alet yapma yetkinliğine sahip değil.
Demek ki insanı insan yapan “kültür”dür ve insan, kültürünü “taş”tan çıkarmıştır! Bu, bir anlamda “ekmeğini taştan çıkarmış” da demek tabii… Çünkü kültürel “kapasite” bir kenara bırakıldığında insanın doğal koşullarda ayakta ve hayatta kalabilmesi hemen hemen imkânsız görünüyor. “İnsansı”lar 1,5 milyon yıl öncesinde yeryüzünden silinirken insanın yeryüzünün efendisi haline gelmesinin de temelinde bu yetkinliği işaretlemek gerekir.
(Tabii unutmamalı ki bu, getirileri olduğu kadar götürüleri de olan bir yetkinlik. Hâlihazırdaki çevre sorununa, küresel iklim değişimine de bu yetkinlik yol açtı. Ama bunu başka bir yazıda başlı başına ele almak lâzım.)
Doğu ve Güney Afrika’da mebzul miktarda örneklerine rastlanan fosil “insansı”lar bir çeşitlilik sergiler ve kendi içlerinde farklılaşmaya uğramış ayrı türler olarak sınıflandırılır. 1924’te ilk ortaya çıkarılan narin yapılılar “Ausralopithecus africanus”, onların yanında bulunan kaba yapılılar “Australopithecus robustus”, devamla Doğu Afrika’da bulunanlar “Australopithecus afarensis”, “Australopithecus boisei” isimleriyle bilinmekteler.
İnsanın bu Australopithecus “tarlası” içerisinden çıkan bir “mutant” olduğunu düşünme yanlısı ilgili bilim çevreleri… O, tam mânâsıyla yer yaşamına uyarlanmış, kol ve ellerini de ağaca tırmanma hususiyetinden çok taşı yontma yetisi için işlerliğe sokmuş bir “maymun” olarak beliriyor. “Yontma taş” tabirinin insanlığın başlangıç çağını karakterize etmesi de bundan…
Sonuçta, evet, insan bir maymun ve bunda gücenecek, küsecek, öfkelenecek hiçbir şey yok. Hayvanlar âlemi içerisinde diğer hayvanlarda olmayan pek çok biyolojik özelliği, maymun akrabalarımızla paylaşıyoruz. Onlar içerisinde bize en yakın olan da şempanze… “Genom” denilen genetik malzememizin yaklaşık yüzde 95’i ortak onunla…
“İnsansı-maymun” Australopithecus’la da neredeyse aynı idik. Yani bir başka canlı her ikimize baktığında bizi ayırt etmesi hemen hemen imkânsızdı.
İki milyon yıl önce ortaya çıkan Habilis insanı ve onu izleyen Erektus ve Neandertal insanlarıyla ise soy birliğimiz var. Alet yapmayı, ateşi kullanmayı, hayvan avcılığı ve bitki toplayıcılığını, bir yaratıcıya inanmayı, sanatı ve haberleşmeyi onlara borçluyuz.
Onlar zor, mütevazı, ama uzun bir yaşam sürdüler. Toprağın ekilip hayvanların evcilleştirildiği, sonra makineye gem vurulup nihayet şimdilerde elektron tanecikleriyle hayata yön verilen insanlığın son 10 bin yılı, onların damgasını taşıyan 2 milyon yıllık dönem yanında “devede kulak” kalıyor.
Zamane insanının giderek ivme kazanan düşünsel yaratıcılık imkânlarının alabildiğine önünü açan da insanlık bayrağını ağır ve sabırlı biçimde o meşakkatli 2 milyon yıl boyunca yere düşürmeyen bu atalarımızdır. Onları önceleyen insansı maymunlar ise daha derin köklerimizi teşkil etmekte.
İnsanlığımızın Afrika’da devam etmekte olan keşfi, her seferinde yukarıdaki şekilde düşünmeyi pekiştiren sonuçlarla karşı karşıya bırakmakta bizi… Belki de o yüzden Atatürk’ün Ruşen Eşref’e bir sohbetinde sarf ettiği o söz, giderek daha fazla anlam kazanıyor:
“Biz maymunuz! Düşüncelerimiz insandır…”