Herkesin hayatı Orhan Pamuk’un ‘Yeni Hayat’ romanının başlangıç cümlesinde olduğu şekilde bir gün bir kitap okuyunca değişmez. Ben, bir kitap yazdım ve bütün hayatım değişti.
İngiltere’de, bir yılı aşkın alan araştırması temelinde hazırladığım doktora tezime dayalı, 1. baskısı 1996’da İletişim Yayınları tarafından basılmış ‘Batı’da Bir Nakşî Cemaati: Şeyh Nazım Kıbrısî Örneği’ adlı kitabımdan söz ediyorum. İçerisinde öğrenci ve öğretmen olarak yaklaşık 35 yıldır yer aldığım antropolojide, daha özelde onun din antropolojisi alanında beni ‘akredite’ eden çalışmadır bu…
İnsanın kendi kitabını takdim etmesi pek de tevazu sınırlarına sığdırılabilecek bir tutum olmasa gerek. Bunun farkındayım. Lâkin kitabımın 15 yıl sonra Berfin Yayınları’nca yeni baskısının yayımlanmasına bağlı olarak Yeniçağ gazetesinde geçen hafta çıkan bir tanıtım yazısı bu sınırları aşmama neden oluyor. Cazim Gürbüz’ün kitabıma ilişkin yazdıkları (13 Aralık 2011) arasında yer alan bir değerlendirme, bu yazıyı kaleme almamı kaçınılmaz kıldı.
Öncelikle Gürbüz’e kitabımı genel çerçevede olumlayan, değerini takdir eden ve dolayısıyla okura tavsiye eden yazısından dolayı teşekkürlerimi iletmem gerekir. Bir antropolog ve bilim insanı olduğumu belirterek; antropologun araştıracağı topluluğun içine girip içerden bilgi vermesi gerektiğine (‘katılarak gözlem’e) inandığımın ve bunu uyguladığımın altını çizerek; nihayet, ‘kapsamlı, ciddi ve nesnel bir çalışma’ ortaya çıkardığımı kaydederek beni onurlandırıyor.
Ancak bu söylediklerinin yanı sıra yaptığı, ne yazık ki yanlış bir tespit, hem kitabın niteliğine ilişkin söyledikleriyle çelişiyor, hem de 15 yıldır ‘içerisinden’ izlemek zorunda kaldığım zehirli bir ‘yanlışlıklar komedyası’nın güncel bir yeniden üretimine imkân yaratıyor.
Gürbüz, benim ‘Nakşibendî tarikatının bu koluna intisap etmiş, mürid olmuş’ olduğumu yazıyor.
Çelişki şurada ki hem bir tarikata intisap edip mürid olmak, hem de bir bilim insanı olarak nesnel çalışma yapmak imkânsızdır. Mürid, tarafsız olamaz ki! İntisap ettiği tarikatı sorgulayıp eleştiremez ki! Şeyhinin hikmetinden sual edemez ki!.. Gürbüz’ün de, kitabımı okuyan herkesin de bildiği üzere, çalışma pek çok bağlamda söz konusu tarikat çevresinin ciddi ölçüde eleştirel çözümlemesini içermektedir.
Yine de hemen belirtmek gerekir ki Gürbüz’ü bu yanlış tespite, daha doğrusu yoruma yönelten bazı olgusal veriler de vardır yazdıklarım arasında…
Durumu netleştirmeye geçmeden önce üç satır başı kaydetmem uygun olur: Birincisi, ben yukarıda bir örneği verilen bu yanlışlığa 15 yıldır muhatabım; buna alıştım ve bağışıklık oluşturdum. İkincisi, Gürbüz’ün, böyle yazsa da hiçbir kötü niyeti olmadığı, masumane bir değerlendirme yanlışı yaptığını düşünüyorum. Ama üçüncüsü, bunca yıldır maruz kaldığım bu yanlışı kasten ve bana zarar vermek için tatbik eden bednam ve bedhahlar olduğunu ve olmaya da devam edeceğini biliyorum.
Antropolojik alan araştırması yaptığım Nakşibendî tarikat çevresine intisap edip mürid olduğuma ilişkin ‘tevatür’ bir delinin kuyuya bir taş atması, hiç kimsenin de o taşı çıkaramaması mecazıyla anlatılmak istenene benzer bir durumdur.
Ama işin en komik yanı şu ki, kuyuya taşı atan o ‘deli’, benim!..
Çünkü ‘Nakşî Cemaati’nin bir bölümü, bir antropolog olarak araştırmayı nasıl gerçekleştirdiğime, bu süreçte ne tür sıkıntı, zorluk ve sorunlarla karşılaştığıma, bunları aşma yolunda ne tür çözüm yolları geliştirdiğime ve araştırma sürecinde zihinsel, duygusal ve ruhsal yönlerden içimde neler olup bittiğine dair bilgilerin aktarılmasına ayrılmıştı. Çünkü böylesi bir ‘özdüşünümsel’ aktarım, çalışmayı yaptığım dönemde etnografik çalışmalarda hemen hemen bir kural haline gelmişti. Çünkü bunu yapmazsanız bir yılı aşkın size yabancı bir yaşam ortamında nasıl nefes alıp verdiğiniz bir sır olacak ve araştırmanın güvenilirliğine ilişkin ciddi soru işaretleri oluşabilecekti.
Ben, sözünü ettiğim o bölümde araştırma sürecinde pek çok tarikat üyesi tarafından mürid olmam yolunda yapılan telkin ve tazyiklerden de, bunlarla nasıl başa çıktığımdan da bahsettim. Bu minvalde bir vesileyle maruz kaldığım ve beni ‘sözüm ona’ mürid kılmaya yönelik bir ‘emrivaki’ hadisesini de samimiyetle paylaştım. Kitabın hem ‘İkinci Baskıya Önsöz’ kısmında, hem de belirttiğim bölümü içerisinde yer alan o bilgi aynen şöyle:
“Yalnızca bir keresinde mürid olma yönünde gelen bu zorlamalardan ‘kaçamadım’ ve ‘umumi isteğe’ uymak zorunda kaldım! Şeyh Nâzım gelmeden önce Hint-Pakistan kökenli müridlerin Slough'da gerçekleştirdikleri bir zikir toplantısına katılmıştım. Zikir, topluluğun bu alt grubu içerisinde söz sahibi iki Arap müridden biri olan Filistinli Şeyh Ali tarafından yaptırılmaktaydı. Her zamanki gibi Şeyh Ali, genel bir konuşma yaparak zikrin İslâm’daki önemine, İslâm’da tasavvufun yerine ve tasavvufa karşı Vahhabî düşmanlığına değindi. Buna benzer konuşmalar bu alt-grup çerçevesinde gerçekleştirilen her zikir toplantısında tekrarlanır ve tarikat üyesi olmayanları sûfî-Nakşibendî İslâm anlayışı konusunda bilgilendirmeyi amaçlar.
Zikir tamamlanınca Şeyh Ali tasavvufî İslâm'ın ve zikir yapmanın faziletleri üzerine konuşmaya devam etti. Sonra ayağa kalktı ve çevresindekilere bakınarak ‘Kim biat etmek istiyor?’ dedi. O anda çevredeki herkes gibi ben de ona doğru ilerlemekteydim. Âniden yüzünü bana dönerek, ‘Gel! Biat etmek mi istiyorsun?’ diye sordu. Bu beklenmedik çağrı karşısında şaşırdım. Her şey birkaç saniye içinde gelişti ve ben hiçbir şey söyleyemeden Şeyh Ali elimi tuttu ve çevresindeki herkes ellerini bizim ellerimiz üzerine koymaya başladılar. Şeyh Ali Şehadet'i zikretmeye başlayarak töreni başlattı. Diğerleri onun söylediklerini tekrar ettiler.
Bu yaşadığım, biçimsel olarak en azından bu alt-grup özelinde artık topluluğun bir üyesi, yani mürid olarak görünmeme yol açtı. Gerçekte ise olayın yaşandığı mekânda bulunanların beklentisine uygun biçimde davranmaya zorlanmıştım. Bir anlamda bu, ortamın (hâl ve şartların) benim üzerimdeki gücü ve hâkimiyeti idi. Bu, bir alan çalışmasında gücün antropologdan çok içerisinde yer alarak yaşamlarını tanımaya çalıştığı topluluğu oluşturan bireylerde olduğuna işaret eden bir örnek olarak alınabilir. Bir alan çalışmasında antropologun kontrolü dışındaki bu ‘politik’ süreçler ve koşullar, yani antropolog ile topluluk üyeleri arasındaki iktidar ilişkilerinin seyri, hem çalışmanın gidişatı hem de bilgi edinimi üzerinde belirleyici etkide bulunur (Escobar 1993: 378). Antropolog ile topluluk üyeleri arasındaki iktidar ilişkilerine bağlı olarak çalışmanın antropolog tarafından başlangıçta planlanan hedeflerden saparak farklı yönlere gitmesi, hatta sonuçta araştırmanın ne hakkında olacağını bile topluluğun belirlemesi söz konusu olabilmektedir (Tedlock 1987: 334-335).” (T. Atay, ‘Batı’da Bir Nakşî Cemaati: Şeyh Nazım Kıbrısî Örneği’, Berfin Yayınları, 2011, s. 13-14 ve s. 321-322).
Hepsi bu! Bilmiyorum neden anlaşılamıyor, ama benim derdim, bir antropolojik araştırmada aralarında uzun süre kalınan topluluğun, antropologu kendi dünyasına mal etme yolunda nasıl bir arayışa kapılabileceğini; kendi istediklerini araştırıcıya nasıl yaptırma isteği duyabileceğini; dolayısıyla araştırıcı ile araştırılan topluluk arasındaki iktidar ilişkisinin nasıl araştırıcının aleyhine ve topluluktan yana bir işleyişe sahip olabileceğini örneklemekti. Bu ‘esas’ı bırakıp benim için bir ‘teferruat’ olan ‘özde değil sözde’ müridlik ritüeline bu kadar takılıp, ona bir sahicilik havası üfleyip, bana müridlik payesi yakıştırıp, hâlihazırda da ‘takıyye’ içerisinde olduğum zehabına birilerinin ciddi ciddi kapılabilecekleri doğrusu hiç aklıma gelmemişti.
Hakikaten olan budur ve bu, sadece ‘komedi’ olarak kalmayıp bir ‘trajikomedi’ye de dönüşmüştür. Devir, ‘28 Şubat’tı ve kifayetsiz, kindar ve kraldan çok kralcı bir ‘zevat’, bir ‘akademik McCarthyism’ performansıyla beni ‘ilgili makamlar’a ihbar yarışına girişti. Olup bitenleri uzun uzadıya ‘İkinci Baskıya Önsöz’de anlattığım için burada ayrıntısına girmeyeceğim. Merak edenlere halen piyasada bulunan kitabımıza yönelmeyi tavsiye edelim.
Ama şu bir gerçek ki “Doktora yapmaya gitti, mürid oldu” diye adeta bir şehir efsanesine dönüşen ‘zehirli’ bir akademik bir yaftalamaya maruz kaldım. Bir tarikata mürid olmanın, ruhî, kalbî ve iradî bir tercih olduğunu anlatamadım. Söz konusu olaydaki ‘boyun eğme’nin çalışmanın selameti uğruna olduğuna ikna edemedim. Heyhat, ‘müridlik emrivakisi’ karşısında “N’ayır, n’olamaz’ N’ırakın beni! N’Allahım, nedir bu başıma gelen!..” diye feryadı figan edip kaçmam gerekirken, itaat edip ‘Alan’da kalmaya devam etmiştim!..
Bu itaatin ‘intisap’ olarak yorumlanması ne kadar doğrudur, takdiri Yeniçağ gazetesi yazarı Gürbüz’e bırakıyorum. Tabii işin en doğrusunu bilse bilse ‘Ehl-i Tasavvuf’ bilir diye de eklemek isterim! Filhakika, araştırma boyunca onca aylık diyalog ve etkileşimimize rağmen Şeyh Nazım’ın kendisinden müridliğe davet yönünde en ufak bir telkin gelmedi bana… O, benim araştırma için orada olduğumun hep (ve ihtiyatlıca) farkındaydı. İçine girdiği yeni dünyaya sadece iki gözüyle bakmaktan öte gitmeyen, ‘kalp gözü’nü bir türlü açmayan bu adamla hiç uğraşmadı.
Hâlâ bir şeyleri gizlediğimi, takıyye yaptığımı düşünüyorsanız…, ne diyeyim, ‘Allahü A’lem’!..
Evet, orasını Allah bilir de, benim bildiğim bir şey varsa o, başıma açılan bütün bu dertlerin bir başka tarikata mensubiyet ve merbutiyetimin sonucu olduğu. ‘Antropoloji’, bu tarikatın adı… Bu öyle bir ‘müridlik’ ki işte bana böyle bir bedel ödetti. Kim ne derse desin, yine de ödemeye değer bir bedeldi bu…
Ha, bir intisabımız daha olduğu söylenebilir. Bu ikinci ‘tarikat’ın Ankara, Selanik Caddesi’nde her hafta ‘zikir meclisi’nde ‘ihvan’la buluştuğum tekkesinin adı, ‘Voodoo Blues’ (www.voodoobluesbar.com)… İşte oraya (tercihen Salı akşamları) uğrarsanız, bunca yıldır ortalıkta takıyye yapa yapa dolaşıp özenle sakladığım ‘sırr-ı âzam’ıma vakıf olabilirsiniz!
Görüşmek dileğiyle!..