BBC ve Netflix ortak yapımı olarak geçtiğimiz yılın sonuna doğru ekrana gelen “Wanderlust”, dikkate değer mahiyette “poliamori” sorunsallaştırması içeren önemli bir diziydi. “Poliamori” (polyamory), esnek çerçevede, “çok-aşklılık” olarak çevrilebilir ve (evli ya da değil) hayatı birlikte sürdüren çiftlerin, beraber olmaya devam ederken karşılıklı onay ve mutabakat dâhilinde başka (romantik/cinsel) ilişkilere de yönelmesi şeklinde tanımlanabilir. Burada karakteristik olan, gizli-saklı ve bol miktarda yalanlarla sarmalanmış bir “aldatma” durumu yerine, yaşanan ilişkinin açık-seçik ve dürüstçe, sadece çiftin kendisi ile de “sır”lanıp sınırlanmadan onların yakınları (çocuklar) ve yakın çevreleri (eş, dost, arkadaş) ile de paylaşılmasıdır.
Ana ekseni böyle bir “çok-aşklılık” durumu olmakla birlikte ebeveyn-çocuk çatışması, ergen cinselliği gibi yan temalarla da zenginleşen 6 bölümlük dizinin 3’üncü bölümünde belki de ana fikri sunan çok önemli bir sahne vardı. Evliliklerini ve birbirlerine ölgün cinsel yönelimlerini canlandırmak isteyen, bu çerçevede “poliamori” macerasına atılan evli çiftimizin kadın bileşeni, psikoterapist Joy Richards (Toni Collette), karşısına “danışan” olarak oturduğu kendi terapisti Angela’ya (Sophie Okonedo) bir seansta şunları söylüyor o sahnede:
“Bence şu anda aşk, çok riskli. Çok talepkâr ve çaba gerektiriyor. Sadece seks amaçlı ilişkiyse nispeten daha risksiz olduğundan şu an için daha çekici. Endişe ve korku yerine, adrenalin ve heyecan var onda.”
Bu satırları kaleme aldığım an, TRT Radyo 3’ten, İstanbul’da Süleyman Seba Kültür Merkezi’nde ve İzmir’de Ahmet Adnan Saygun Kültür Merkezi’nde senfoni orkestralarımızın “Sevgililer Günü” münasebetiyle 14 Şubat’ta (bugün) gerçekleştirecekleri konserlerin anonsu yapılıyor!..
***
Kimilerince M.S. 269 yılında Roma’da bir 14 Şubat günü “şehit edilmiş” Aziz Valentin’e kadar geriye nispet edilir Sevgililer Günü (Saint Valentine’s Day). Söz konusu dönemde Hristiyanlık, İmparatorluk bünyesinde yasaklı, lanetli, “katli vacip” bir sapkın inançtı; Aziz Valentin de o dönemde zulme uğrayan Hristiyanlara rahiplik ettiği için hapsedilmiş, sonra da öldürülmüştür. Ama bir suçu daha vardı: Evlenmeleri yasak olan Romalı askerlerin düğün merasimlerini gerçekleştirmek; yani engel-yasak tanımayıp sevenleri, sevgilileri, âşıkları buluşturmak ki Sevgililer Günü'nün onunla irtibatlanmasında bunun katkı payı da yadsınamaz olsa gerektir!..
Fakat 14 Şubat (Saint Valentine’s Day) ile “aşk” arasında daha belirgin bağlantının kurulması 14’üncü yüzyılda İngiliz edebiyatının kurucu figürleri arasında en önde gelen isimlerden olan şair Geoffrey Chaucer’ın “Kuşlar Meclisi” (Parlement of Foules, 1382) şiirine dayanır. Şair burada Aziz Valentin Günü’nde eşleşmek için bir araya toplanan kuşlardan bahisle o güne “aşkta kavuşma”nın mührünü kazır.
Bir tarafta, yukarıda da kaydettiğimiz üzere, Türkiye dâhil pek çok yerde Sevgililer Günü’ne özel kutlamalar, etkinlikler, hareketlilikler, muazzam bir ticari-endüstriyel motivasyon eşliğinde gırla gidiyor. (Suudi Arabistan’da bile yakınlarda verilen bir fetva doğrultusunda din polisi artık Sevgililer Günü kutlayanlara engel yaratmaktan vazgeçti.)
Ama işte diğer tarafta da “zamanın ruhu”nu yansıtan bir kurgudan, gerçek hayatta da karşılığı olduğu kuşku götürmez şu ifadeler var: “Bence aşk, çok riskli, çok zor. Seks ise daha risksiz ve çekici!..”
***
İnsanlık tarihini, seks ya da cinselliğin risk sayıldığı bir sosyal-kültürel örgütlenme halinden “aşk”ın risk sayıldığı bir başka hale yol tutmuşluk olarak da tarif edebiliriz.
Başlangıçta seks riskti ve o yüzden erişebildiğimiz en eski sözlü edebiyat ürünlerinde aşk dendiğinde karşımıza cinsellikten ârî (soyutlanmış) anlatılar çıkmaktaydı.
Bu bir “cinselliksiz aşklar” dönemidir. Seks; daha usturuplu deyişle “şehvet”; daha da usturuplu deyişle “tutku”nun aşk duygusunun çok önemli, hatta merkezi bileşeni olduğu bilinir, ama kamufle edilirdi bu dönemde…
O yüzden tam da Âşık Veysel’in söz konusu sosyal-kültürel düzen içinden süzüp çıkardığı o eşsiz tasvirî sözcükle aşk, “kavuş(a)mamak”tı.
Çünkü aşkta kavuşmak, yani cinsellik, geçimlik ekonominin hâkim olduğu, içe-kapalı, cemaatçi, kadın-erkek yaşamının da ayrı kompartımanlarda sürdüğü kırsal-tarımsal toplum için “ölüm” demekti. “Kavuşma”, ancak o düzenin kendi kuralları doğrultusunda onun gözetiminde ve “görücü”lüğündeki evlilikle olabilirdi.
Buna bağlı olarak da aşkın hikâyesi, tasviri, hayali mümkündü ama illa da cinsellik yoksanarak mümkündü.
Sonra devir değişti. Modern-endüstriyel, şehirli-kapitalist, bireyci ve profesyonel (herkesin meslek sahibi olma yoluna, arayışına girdiği) yaşam, “şehvet”i aşkın merkezî bileşeni olarak tasvir ve tasavvur (hayal) etmeyi; böyle kurgulayıp sunmayı mümkün hale getirdi.
Kadın ve erkek, kompartımanlara ayrılmış bir hayatın içinden çıkmış, kamusal alanda yüz yüze, yan yana, iç içe oldukları bir hayatı deneyimler olmuştu. Artık aşkın anlatımında cinsellik açık-seçik vurgulanabilmekteydi. Aşk, şehvetle şefkatin buluştuğu bir ilişki olarak açıkça karşımızdaydı.
“Cinsellikli aşk” ya da cinsel aşk (sexual love) bir söylem, pratik, anlatı ve kurgu olarak “Modern Zamanlar”ın karakteristiklerinden biri sayılabilir.
Fakat buradan da ötelere açıldı insanın aşkla imtihanı… Teknolojikleşmenin, “hız”la sarmaş dolaş hazcılığın, gerçeği gölgede bırakan imaj ve simülasyonun hâkim olduğu; gerçekliğin de ancak “gösteri” (şov) formunda mümkün ve makbul sayıldığı şimdiki zamanda bu defa aşktan ârî cinselliğin tercih edildiği bir toplumsal örüntü çıktı ortaya.
“Aşksız cinsellikler”e yol tuttu insanlığımız!..
***
Konuyu önceki hafta da “Sex Education” dizisi üzerine kaleme aldığımız değerlendirmede işlemiştik. Postmodern, küresel-dijital “hercümerc” içinde artık kadınla erkeği öncelikli olarak yakınlaştıranın cinsellik olduğunu, buradan içerisinde duygu, romantizm, ruhsal bağlılık barındıran aşka yolun, bir hayli de zahmetlice çıktığını vurgulamıştık.
Yani artık yol, cinsellikten aşka çıkıyor. “Aşksız cinsellik”ten “cinsel aşk”a, oradan da “romantik aşk”a ancak varabiliyoruz. Ama işte bu son noktada da mevcut yaşam biçimimiz o “romantik aşk”ı hayata geçirmeye izin vermiyor. Çünkü, “insan insanın kurdudur” ilkesine dayanan; herkesin birbirinin kuyusunu kazdığı; kimsenin kimseye arkasını dönemediği; duygusal bağlanmanın acımasızlığa ket vurup vicdana kapı açtığı, dolayısıyla zayıflık alâmeti sayıldığı; ve rekabetin, yarışmanın, “avcılığın” norm addedildiği bir toplumsal düzende aşk, elbette büyük "risk" oluşturmakta.
Bize hep söylenen şu değil mi: Bu devirde “avcı” olmazsan “av” olursun!.. Eğer bu mecazî ifadeyi “aşk” duygusu/durumu üzerinden formülleştirecek olsak, insanın “özne”leştirdiği varlıkta kalmayı, "yanmayı", "bitmeyi" istediği âşıklık, bir bakıma da bile isteye “av” olma hali değil mi?!..
Böyle bir duygu ve arzuyu size “Avcı değilsen av olursun” diktesinde bulunan bir “teknopoli kapitalizmi”nin baskın dünyasında ne kadar isteyebilir ve hayata geçirmeye cesaret edebilirsiniz?..
O yüzden Çağan Irmak’ın “Issız Adam”ında, kadınlarla sürekli seks ilişkisi kurarak aşktan bucak bucak kaçan adam, cinsellik üzerinden tanıştığı bir kıza âşık olunca, “risk”i göze alamayıp daha ileri gidemiyor ve “Ben ayrılmak istiyorum” diyordu işte…
Bir tür “kürtaj” yani! Şehvetin “istenmedik yan ürünü” olarak, “kaza” ile kalbe düşmüş bir “tohum”dan kurtulup bir an önce cinselliğin elbette ıssız ama aynı zamanda da “risksiz” evrenine geri dönme tercihi… Aynen “Wanderlust” dizisindeki sahnede duyduklarımızla uyarlı bir tavır: Bu zamanda aşk, çok riskli; bağlılık, korku-endişe verici; cinsellik ise nispeten risksiz ve hayatın rekabet, yarışma, kaybetmeme baskısını teskin eden bir adrenalin ve heyecan var orada!..
***
İngiliz şair Chaucer’ın yukarıda zikrettiğimiz şiirinden başlangıç bulduğu söylenen Sevgililer Günü’nün özünde “romantik aşk” vardı. Erotik arzu ile ruhsal yüceliği buluşturan; hastalık olduğu kadar sağlık da olan; tutku kadar bağlılığı da içeren; insanî (biyolojik) olduğu kadar “aşkın” (kutsal) da olan bir aşk…
Tıpkı Özdemir Asaf’ın şu dizelerinde yansıma bulan bir duyarlılık olarak aşk:
“Sen kocaman çöllerde bir kalabalık gibisin,
Kocaman denizlerde ender bir balık gibisin.
Bir ısıtır, bir üşütür, bir ağlatır, bir güldürür;
Sen hem bir hastalık hem de sağlık gibisin.”
Sonuç olarak soru şu: Bugün insanlığımız Sevgililer Günü’nü ne kadar Chaucer’ın adeta cinselliğin kutsal halesi kıldığı türden bir “aşk”ı eda edercesine karşılıyor?
Bir ısıtan bir üşüten, bir ağlatan bir güldüren ve hem hastalık hem de sağlık gibi bir sevgiliye yönelik ya da böyle bir sevgili arayışı içinde mi karşılıyor?
Yoksa aşkın metalaştığı bir endüstriyel “matriks” içinde “Sevgili”den ziyade “Sevgililer Günü”nün kalıcılığına dair belli belirsiz bir farkındalığın hüznünü bastırmaya çalışan yapay ve abartılı bir coşkuyla mı karşılıyor?
Bugün Sevgililer Günü, aşka dair bir “kutlu gün” mü gerçekten?..
Yoksa aşka dair “ağıt” mı?!..