İnsandan bir hayvan olarak söz etmek hiçbir zaman kolay olmadı. "Homosantrik" (insan-merkezci) kibrimiz, bir canlı varlık olarak türümüze hayvan kategorisinde yaklaşmaktan birçoğumuzu yıllar boyu alıkoydu.
"Eşref-i mahlukât" diye kutsallık halesiyle taltif edilmiş varlığı "hayvan derecesi"ne indirmek kimin haddineydi!..
O yüzden Darwin, "Türlerin Kökeni"ni (1859) yazdıktan sonra insana diğer maymunlarla ortak bir köken biçtiği için saldırıya, hakarete, alaya uğradı.
Evrimi derslerde anlatıp, "yüce" insanı hayvanlarla aynı "türeme havuzu" içine soktuğu gerekçesiyle ABD'de öğretmen John Thomas Scopes onurları incinen ve dinlerine küfür edildiğini düşünenlerce mahkûm edildi (1925).
Zoolog Desmond Morris, 1969'da yazdığı "Çıplak Maymun" adlı kitabı nedeniyle Darwin'den yüz yıl sonra onunla aynı akıbeti paylaşıp sert ve saldırgan tepkilerin hedefi olmaktan kurtulamadı.
Morris, insana maymunluk ve hayvanlık atfında bulunduğu için kendisine gösterilen yoğun tepkiyi şaşkınlıkla karşıladığını belirterek şöyle demişti: "Hâlbuki bana göre insanın bir maymun [hayvan] olduğu, üzerinde hiç durulmayı, tartışılmayı dahi gerektirmeyecek kadar sıradan bir zoolojik [bilimsel] gerçek."
* * *
Zamanlar ve fikirler ne kadar değişken! Benim için de bugün insanı genel canlılık kategorisi içinde "hayvan" saymak, yine bilimsel (antropolojik) çerçevede nasıl kabul edilmesi güç bir durum, bir bilseniz!..
Ama bu, insanı hayvanlık kategorisinden yukarıda "yüce-şerefli-üstün" bir varlık saymak anlamında bir yaklaşım değil.
İnsanı "canlı-üstü" bir varlık olarak hayvanlar dünyasından ayırt eden "eşref-i mahlûkat"çı anlayışın kıyısından bile geçmiyor, ondan bucak bucak kaçıyoruz.
Bugün insanın, elbette cansız değil ama canlı-üstü de değil, fakat "canlı-altı" bir varlık olarak yeryüzündeki ve doğal çevre bünyesindeki yerini tanımlamak, çok daha uygun görünüyor bana.
Sözün özü şu ki insan artık bir hayvan değil.
O, bir "kanser"…
* * *
Yukarıya yansıyan doğrultuda insana dair "kanser" mecazını uzun zamandır yazılarımda işlerliğe soktuğumu bu köşeyi takip edenler biliyor.
Bununla birlikte, bu yöndeki düşüncelerimi 16. İstanbul Bienali'ne iki gün önceki ziyaretimde önüme düşen izlenimlerle daha da pekiştirme olanağı bulduğumu belirtmek isterim.
(Pera Müzesi ve Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Resim ve Heykel Müzesi'nde Bienal'in içeriğine nüfuz edebilmem için zarif bir çabayla yanımda olan Yazın Öztürk ve Nazlıcan Akcı'ya rehberlikleri için çok teşekkür ediyorum!)
Bige Örer direktörlüğü ve Nicolas Bourriaud küratörlüğünde "Yedinci Kıta" başlığı altında dünyanın "jeolojik" halini değerlendirme yolunda ortaya atılmış "antroposen" kavramını hareket noktası yaparak büyük emekle yapılandırılıp birbirinden değerli eserlerle ilgiye sunulan Bienal'i izlemek gerçekten büyük "cesaret" istiyor.
Üyesi olduğumuz canlı türünün bir "mucize organizma" olan yeryüzüne yaptıklarının bu derece etkileyici bir sanatsal performansla sunulmuş yansımalarını baştan sona izlemeye yüreğiniz zor dayanır!..
MSGSÜ Resim ve Heykel Müzesi'nde 38, Pera Müzesi'nde 14 ve Büyükada'da da 5 salon ya da lokasyonda karşımıza çıkan birbirinden "dehşet" eserler (elbette muhteşem de denilebilir ama karşımızdaki "içerikleri", onları koşullayan olgu ve edimler düşünüldüğünde "dehşet" diye tanımlamak sanırım daha uygun düşüyor!), sizi insanlığınız adına utanca sevk ediyor.
Hissedebildiğiniz, evet, tek kelimeyle "kanser"!..
Yeryüzü denilen o mucize organizmanın bir parçası olarak insan, olsa olsa "kanser hücresi" mahiyetinde bir varoluş etkinliğiyle ayırt edilmeli diye düşündürüyor sizi 16. İstanbul Bienali…
* * *
Halihazırda okyanusların ortasında bir kıta büyüklüğünde plastikten bir "metastaz" yapmış bu "kanser" üzerine belki de onun en şeffaf şekilde teşhis edilebilir olduğu bir "teşhir"le karşı karşıyayız!..
Denizlerin, okyanusların derinliklerinde gemi motorlarının yunusların, balinaların ve diğer deniz canlılarının iletişimini ve hayatını nasıl mahvettiğini aksettiren, insanlığımızın o ölümcül sesini ("Kuzey Buz Denizi dibindeki gürültü kirliliği") bir duysanız nasıl olur mesela!.. (Feral Atlas Collective /Yabanıl Atlas Kolektifi).
Ya da yüzyıllar, belki de bin yıllar boyu İstanbul'un kuzeyindeki muazzam ormanlık alanlarda kendi halinde kimseye zararı olmadan, aksine ekosisteme faydası olarak soy sürmüş Asya Mandası'nın;
Kuzey Marmara Oto Yolu, Üçüncü Köprü, Üçüncü Hava Limanı inşası uğruna şimdi nasıl soykırıma kurban gidip;
Geriye kalan iskeletinin de toprağa karışmayıp, tam da "insanlığımıza yakışır şekilde" beton zemin üzerinde nasıl suratımıza tokat gibi çarpıldığını bir görseniz!.. [Ozan Atalan]
Olmadı, sokaktan toplanmış atık malzemelerden yapılma, iskeletleri makine parçalarından oluşmuş ve Çin'in "terakota askerleri" benzeri tepetaklak döndürülmüş şekilde tasarımlanmış heykeller dolayımıyla, dijital dünyaya bizim verdiğimiz güçle artık onun kontrolden çıkıp hayatımızı ezici şekilde ele geçirmesiyle siborglaşmışlığımızın sızısını duyumsasanız!.. [Johannes Büttner]
Nihayet, bütün bunlar karşısında sanki bir çıkış yolu imiş gibi önümüze konan "geri dönüşüm süreci"nin aslında çevre için değil, endüstri yani kâr için işlerlikte olduğunu; yani geri dönüşümün de bir "pazar" olduğunu multimedya yerleştirmesi "Çöp Boşaltma Alanı"nda öğrenseniz mesela… [Eloise Hawser]
* * *
Burada saymakla da üzerine yorum yapmakla da bitiremeyeceğimiz onca eser arasında yine de beni en derinden çarpan bir tanesini işaret ederek noktalayalım.
Emek, atık, çevre ve insan bedeni arasındaki ilişki üzerine sarsıcı olmaya ve tartışma açmaya kışkırttığı söylenebilecek İrlandalı sanatçı Mariechen Danz'ın farklı mahiyette atıklar kullanarak insan bedeninin farklı organlarını, kısımlarını "segmente" halde (parça-pinçik) kompoze ettiği çalışması, "Dig of No Body (Organ*isation") bu…
Eserde kullanılan atık ürünler arasında alüminyum, kristal, çimento, bakır, kömür, çim tohumu, boru, plastik, demir, reçine, toz boya, çöp, kum, toprak, çelik var.
Ben bu çalışmayı "antroposen"i de bir "kanser hücresi" olmayı da tarifler mahiyette, dünyayı-doğayı bir atık cehennemine çevirmiş insanın ne yaptığını en özlü şekilde duyumsatan eser olarak değerlendirdim. Dili olsa, konuşabilse bize, hepimize, insana şöyle sesleneceği muhakkak:
Attığın her şey, aslında kendinsin!..