Tayfun Atay

06 Eylül 2011

Aslolan edeptir... Bunu unutma Fazıl Say!

Fazıl Say’ın Burgazada vukuatını öğrenince bayağı şaşırdım. Ben onu tası-tarağı topladı, çoktan memleketi terk etti sanıyordum.

Fazıl Say’ın Burgazada vukuatını öğrenince bayağı şaşırdım. Ben onu tası-tarağı topladı, çoktan memleketi terk etti sanıyordum. O değil miydi 2007 seçimlerinde AKP’nin (seçim öncesindeki yoğun ‘laikçi’ çıkışlara ve çıkışmalara rağmen) yüzde 47 oy alması karşısında, “Tüm bakan eşleri türban takıyor. İslâmcılar zaten kazandı. Biz yüzde 30, onlar ise yüzde 70. Başka yere taşınmayı düşünüyorum” diyen?..


Ben o zaman Birgün gazetesinde Say’ın bu hezeyan derecesindeki endişeli modernliği karşısında, onun kaygılarına referans oluşturan anket temelli istatistiksel araştırma sonuçlarını, hayatını niteliksel araştırmaya vakfetmiş biri olarak sorgulayan bir yazı yazmıştım (“‘Frekans’ Say Fazıl Kaç”, Birgün, 15.12.2007). Hakkı Devrim ‘üstat’ da kaleme aldığı Fazıl Say savunusunda diğer bazı yazarlarla birlikte beni de ‘ayıplayan’ şu lafları etmişti: “Birgün’de Tayfun Atay ‘anketlerde örtünenlerin oranı yüzde 70’e çıkmış görünce Fazıl da galiba gemiyi terk etmeyi düşündü herhalde’ demekte sakınca görmedi” ( Radikal, 19.12.2007).


Benim sözlerim harfi harfine böyle değildi ama Devrim, kendi lisanınca ve (kuvvetle muhtemel ki beni ‘tedib’e yönelik) ‘sakınca görmedi’ diye bitirmek için bu şekilde tercüme etmiş. Ben merak ediyorum, acaba bir kaç gündür Fazıl Say’ın vukuat haberini, hele hele onun kendi cephesinden açıklama adına kaleme aldığı hem ifade özürlü hem de özrü kabahatinden büyük metni okuyup, savunduğu şahsiyet adına hicap duyuyor ve onu ayıplama yolunda kalem oynatmayı düşünüyor mu?!


Olayı biliyorsunuz. Bırakın 2007 seçimlerindeki yüzde 47 oyunu, AKP’nin yüzde 50’lik son seçim zaferinden sonra dahi memleketi terk etmeyip Burgazada’da demirlemiş olan Fazıl Say, bir restoranda gece sefası yaparken oraya gelip yakınına oturan NTV program yapımcısı Nedim Hazar ve  Alman Yeşiller Partisi üyesi eşine hem küfür etmiş hem de ‘kovmuş’! Mesele, siyasi fikir ayrılığı... Olay sonrası alelacele kaleme aldığı ‘facebook’ iletisinde, onların siyasi eleştirilere başladıklarını parantez içine ‘2. Cumhuriyetçiler’ ibaresini ekleyerek belirttikten sonra, “gidin dedik gitmediler”, “kovduk”, “sinirlendik” diyor. Pet şişe fırlattığını yazıyor ve nihayet “onlarla hesaplaşacağım” diye tehdit savuruyor (“Fazıl Say şişe atıp, küfür etti”, T24).


Orada söylemekten kaçındığı, ama olayın diğer cephesi mağdur çift tarafından ifşa edilince (muhtemelen mecburiyetten) bilahare yaptığı açıklamada ettiği küfrü de kabul ederken kendini savunma yoluna da gidiyor (“Fazıl Say’dan pet şişe açıklaması”, T24). Metin, biraz önce söylediğim gibi özrü kabahatinden büyük dedirtecek cinsten... Ayrıca satır araları dikkatle okunduğunda söylenenler kadar söylenmeyenleri de tespit etmek mümkün. Metnin ‘yapısöküm’üne (dekonstrüksiyonuna) birazdan yöneleceğim. Ama ondan önce bir noktayı daha not etmek istiyorum.


Çalmada on, yazmada sıfır, konuşmada sıfır altı


Dünyaya malolmuş bir sanatçının böylesi vasat, incelikten, özenden, kaliteden ve yer yer asgari dilbilgisi kurallarından yoksun bir metin kaleme alabilmiş olması karşısında hayretler içinde olduğumu ifade etmek ve onu, ‘dil yâreleri’ni sarmak üzere Hakkı Devrim’e sevketmek isterim! Müziğin dilini bu kadar mükemmel konuşan/konuşturan bir şahsiyetin yazı ve konuşma dilinin bu kadar berbat olması sanırım literatüre geçecek mahiyette bir durumdur. Üstelik Say, babadan miras bir entelektüelizmle ülkenin siyasi meselelerine doğrudan (damardan) girme konusunda da hayli arzulu. Zaten hadiseyi yaratan da siyasi anlaşmazlık (karşılıklı açıklamalardan anlıyoruz ki Say, ‘2. Cumhuriyetçilik’le yaftaladığı bu insanlarla CHP, Soner Yalçın, Mustafa Balbay polemiklerine girmiş)... Hâl böyleyken Türkçe’yi bu kadar vukufsuzca kullanmak olur mu? Taaccüp doğrusu!..


Tarihe geçecek vahametteki metne gelecek olursak, Fazıl Say, kendisiyle tartışan, görüşlerini ve babasını eleştirdiğini söylediği, ‘provakatif’ (provokatif olacak) ve tahrik edici cümleler kurduğunu, kendisini küçük düşürmeyi amaçladığını belirttiği adam için, “Bunun üzerine çok sinirlendim ve adama yüksek sesle gitmelerini ‘s....r git’ diyerek tekrar ettim” diyor. Bununla da kalmayıp nasıl daha da ileri gittiğini şöyle anlatıyor: “Çiftin kalkmamasına sinirlendiğim için, elimdeki whiskey bardağını adama boca ettim”. Evet, aynen, mizahî tınılı “boca ettim” ifadesi yer alıyor Say’ın açıklamasında...


Kafasına ‘whiskey’ (Say, ‘viski’yi Türkçe yazamamış!) boca edilen adam, karısını alıp giderken ‘kahramanımız’ onların arkasından bakar ve kadının restoran sahibiyle tartıştığını fark edip yıldırım hızıyla onların yanına gider. Kadın, yaptığı açıklamada Say’ın kendisine saldıracağını düşündüğünü ifade ettiği için, savunma metninde o, saldırmaya değil, “Türkiyeyi anlamadıklarını söylemeye gitti”ğini kaydediyor. Çünkü o, kimseye vuramazmış. Neden mi? Şundan: “Ben kimseye hayatımda vurmadım, vuramam da zaten, çünkü aynı ellerle ertesi günü konser verecek olan yine benim, salt mesleki açıdan yumruğumu kaldıramam, bu mümkün değildir, hayatımda yumruğumu kullanmadım kullanamam”...


Anlıyor musunuz?! Bay Say, ‘whiskey’sinden aldığı cesaretle akıldan, izandan itidalden alabildiğine uzaklaşıp, ‘sinkâf’lı hakaret sözleri sarf edip, insanların kafasından aşağı içki boşaltırken, pet şişe fırlatırken, iş yumruk savurma noktasına geldiğinde birden ‘rasyonalite’ye dönüş yapıyor ve kendisini frenliyor. “İnsanlara vurmaya, yumruk atmaya vicdanım el vermez” demiyor; “sanatçı ruhuna ve duyarlılığına sahip bir insandan bunu nasıl beklersiniz” diye sitem etmiyor; (hadi beklenti eşiğimizi iyice düşürelim) “piyano tuşlarına dokunan, ‘Macar Dansları’nı, ‘Dört Mevsim’i, ‘Mavi Tuna’yı icra eden parmaklarımla, ‘insanın güzele varma çabası’na hasrettiğim ellerimle insan canı yakmamı nasıl beklersiniz” diye de yakınmıyor... Diyor ki “yarın aynı ellerle konser verecek olan benim; salt mesleki açıdan yumruğumu kaldıramam”... Ne demeli, helâl olsun senin gibi ‘sanatçı’ya!..


Yetenek hiçbir şeydir, terbiye her şey...


Metnin ‘yapısöküm’üne giriştik, devam edelim: Say, kavga ettiği çiftin kendi oturduğu masanın yanına yerleşmesini söyle değerlendiriyor: “Yaklaşık 30 masası olan restoranda, sadece 2 masada müşteri kalmıştı, gece 02.00 civarıydı. Bu çift gelip tam yanıma oturdular, benim bitişik masama, tam yanımdaki sandalyeye ve sağ çaprazıma”...


Tabii mağdur tarafın bu noktadaki açıklaması hayli farklı (“Orada masalar uzundur. Fazıl Say’ın oturduğu masanın ucuna iliştik” diyorlar), ama onu yok farz edelim. Her ne olursa olsun kamuya açık bir yerde insanların tercihlerini sorgulamak kimsenin haddi olamaz. Otobüste, dolmuşta boş koltuk varken yanınıza oturan insanlara “Gidin boş yerlere oturun” deme hakkınız nasıl yoksa burada da aynı durum söz konusu. Ayrıca Hazar, Say’la 2004 yılında bir belgesel çekimi sırasında tanıştığını, karısının da onu tanıdığını belirtiyor. Kimbilir, belki de nezaket icabı yakın bir yere oturdular? Ama Say, hem bu insanları tanımadığını beyan ediyor hem de yanıbaşına oturmalarından duyduğu rahatsızlığı ima ediyor.


Demek ki Bay Say, ‘sterilizasyon’ istiyor. Yazdıklarından bunu çıkarmak mümkün. Zahir, ayrıcalık, itibar ve iltifata mazhar olmak da istiyor. Şu ifadede de bu istek zımnen yer alıyor: “Bu Alman kadın, yeşiller Partisi üyesi, Almanya da olsa, herhangi bir dünya sanatçısının yanına oturup sırf onu kızdıracak şeyler diyebilir mi sizce? Niye? Sebep?”


İfadedeki yazım ve anlatım kusurlarını kenara bırakalım da bir insanın kendi kendisini ‘dünya sanatçısı’ şeklinde tanımlamasındaki rahatlığa dikkat yöneltelim! “Ben bir ‘dünya sanatçısı’yım, benden uzak durun, yanıma oturmayın, beni kızdırmayın” demeye getiriyor Say... Kendi dışına, etrafına bu derece asimetrik bakan ve bunu hoyratça dışa vuran şişik bir ‘sanatçı’ egosu... Tespit budur.


Kurduğu insan ilişkilerine belli ki alabildiğine nüfuz etmiş bu ‘asimetri’, Fazıl Say’ın açıklamalarında bariz olduğu kadar, kimin kusurlu olduğunu anlama açısından da ipuçları sunuyor. Say, söze sözle karşılık vermenin ötesine geçip tahammülsüzce küfrediyor; insanlara ‘s....r git’ demek yerine taşıdığı kamusal-küresel sanatçı kimliğinin gereği olarak kibar ve zarif bir şekilde mekânı kendisi terk etmeyi düşünmüyor (yukarıdaki ifadesinde yer alan ‘herhangi bir dünya sanatçısı’ büyük olasılıkla öyle yapardı). Kendisini tahrik eden sözlerin ne olduğunu bilemiyoruz, yazmıyor. Ama başka ‘yazmadıkları’ndan hareketle esas kabahatin onda olduğunu iyice anlıyoruz. Mesela muhatabının sözleri arasında hiçbir küfür yer almadığından emin olabilirsiniz. Çünkü, eğer öyle olsaydı, kendi ‘sinkâf’ını itiraf ettiği gibi onu da ifşa ederdi! Özetle anlıyoruz ki ‘dünya sanatçısı’ Fazıl Say geceyarısı bir restoranda yanıbaşına oturmalarını hazmedemediği, kendisinin tanımadığı, ama kendisiyle tanışık olduğunu düşünen insanlara bir siyasi tartışma akışında küfredip onları ‘whiskey’le darp etmiş ve kovmuş.


Bu vakadan çıkarılabilecek ‘ontolojik’ sonuç şu: Tüm yeteneği hiçe saydıracak ölçüde devasa bir narsizm; tartışma olgunluğu, inceliği ve zarafetinden uzak bir ergen kişilik; nihayet sanatçı hassasiyeti ile bir araya getirilmesi imkânsız bir ‘maşizm’...


O halde sanat âlemi bağrında bir ‘Truva Atı’ barındıyor da haberi yokmuş!..