Dünkü yazımızı Graham Fuller’in Türkiye’de “ılımlı İslam”ın önünü açmaya dönük mesaisinde 2000’lerin ikinci yarısında AKP-Gülen ortaklığını ayan beyan parlatmaya vardığı kaydını düştükten sonra değerlendirmemizde önemli bir boşluğun 1990-2000 arası olduğunu belirterek noktalamıştık. Bu dönemde küresel sistemin “ılımlı İslam” arayışı ve bu arayışın fail unsurları olan ABD, AKP, Fuller, Erdoğan, Gülen açısından aşılması gereken bir engel vardı ki bu da “Erbakan faktörü”dür.
“AKP, 1970’den 1997’ye kadar birbiri ardına dört farklı İslamcı partiye –ki zamanla bu partilerin her biri kapatılmıştır- liderlik etmiş olan Necmettin Erbakan’ın daha geleneksel İslamcı etkisinden ilk kurtulan partidir. Görmüş olduğumuz gibi, Erbakan Batı, İsrail, Avrupa Birliği, laiklik ve Kemalist miras konularında –en azından Türk standartlarına göre- radikal görüşlere sahipti” (G. Fuller, Yeni Türkiye Cumhuriyeti, Timaş, 2008, s. 100-101).
“Millî Görüş” hareketinin kurucusu Erbakan’ın 1990’lı yılların başından itibaren Türkiye siyasetinde yeniden yükselişi, 1980’li yıllarda ANAP’la karşımıza çıkan “pro-kapitalist” tablodan farklı şekilde hâlâ romantik bir İslamcılıkta ve Batı’yı “bâtıl” sayarak “anti-kapitalist” çizgide ısrarın en olmadık zamanda öne çıkmasına yol açmıştı. Küresel kapitalizmin İslam coğrafyasından beklentilerine bu ters gidişat, “28 Şubat”la (1997) aşılmış, Erbakan “anomali”si giderilmiştir.
“28 Şubat”ın kazananları bellidir: Erdoğan kazanmıştır; Gülen kazanmıştır; Fuller kazanmıştır ve Fullerci yörüngede Türkiye gezegenine yaklaşan ABD kazanmıştır.
Kaybeden ise görünürde Erbakan olmakla birlikte, aslında Türkiye siyasetinde başından beri özne vasfına sahip TSK’dır, fakat kaybeden olduğunu anlaması için bir 10 yıl geçmesi ve 2007-sonrası süreçte yaşanacakları deneyimlemesi gerekecektir.
28 Şubat’ın iki “mutasyon”u
“28 Şubat”, Erbakan’ın siyaseten ölümü, Erdoğan’ın ise ulusal ve küresel bir siyasi figür olarak doğumudur.
Tayyip Erdoğan ve onun liderliğinde AKP, Erbakan’dan ve onun siyasi çizgisinden iki temel “mutasyon” (kırılma) ile türedi ve yükseldi. Birincisi, Erbakan’ın aksine, kapitalizmi lanet saymaktan nimet saymaya/addetmeye geçiştir.
İkincisi de Erbakan’ın Fethullah Gülen “alerji”sinden sıyrılıp “Hocaefendi” ülfetine geçiştir.
Erbakan’ın Gülen’le hiç yıldızı barışmamış, ona karşı hep soğuk, hep mesafeli, hep temkinli olmuştur o.
Elbette, antipati hissi, taraflar arasında karşılıklıdır!..
“28 Şubat”, ABD-merkezli küresel kapitalizmin İslam dünyasında kendisini “nimet” saydırma yolunda bu coğrafyada hâlâ bir engel, bir “çatlak ses” olarak mevcut Erbakan’ın “toparlanması” ile (tabii darbenin mimarları bunu istedi-istemedi, bilinmez) yeni bir çığırın önünü açtı.
Aynı küresel kapitalizmi “nimet” değil “lanet” sayıp tam kalbi olan yerden (Dünya Ticaret Merkezi) vuran küresel İslam tedhişi de sürece ivme kazandırdı. Ve Fuller’in yazımızın birinci bölümünde söz ettiğimiz makalesinin yayımıyla eş zamanlı mahiyette, 2002’de Tayyip Erdoğan’ın George W. Bush’la görüşmeye gidişiyle taşlar yerli yerine oturdu.
Gülen’in zaten üç yıldır Amerika’yı mesken tutmuş olmasını zikretmeye dahi gerek yok.
Bu şekilde AKP ile (o zaman tercih edilen adlandırmayla) “Cemaat” arasında 2000’lerin başından itibaren ABD’nin şahitliğinde bir “izdivaç” imkanının önü açılmış oldu.
Bu “izdivaç”, daha “serin” bir deyişle koalisyonunun nasıl yol tuttuğunu biliyoruz: 27 Nisan E-muhtırası karşısında yine ABD’nin uzaktan onayla eşlik ettiği süreçte, Ergenekon, Balyoz, Poyrazköy, Askeri Casusluk, Oda TV, vd. “operasyonlar”la rejimin yeni hâkimi haline geliş. Ama aynı zamanda da “yeni iktidar sahipleri” olarak kendi içlerinde "kim kime tâbi olacak" sorusu ve sorununun, başlangıçta alttan alta, üstü örtük ve fısıltılar halinde kendini göstermesi…
Ve sonrasında da korkunç bir şekilde patlayan iç-iktidar mücadelesi…
“İzdivac”ın “kan davası”na dönüşmesi
Burada da bu iç-politik sorunu değerlendirirken, onu bir dış-politik dinamikle bağlantı, etkileşim ve titreşim içinde ele almamak olanaksız… Bu, Suriye iç-savaşı ve onun yarattığı küresel krizdir.
AKP-Gülen koalisyonu bu iç-savaş batağına yeni-Osmanlıcı ve Amerikan-yanlısı bir “stratejik derinlik”le angaje oldu. Ancak Arap Baharı’nın bir parçası gibi başlayan Suriye macerası, özellikle Rusya’nın sürece dahliyle bir anda küresel kapitalizmin kendi içinde kıran kırana bir nüfuz mücadelesine evrildi.
Elbette Türkiye’deki dinbaz iç-iktidar çatışması da bu nüfuz mücadelesiyle oldukça karmaşık bir ihtilaf-ittifak gelgiti içinde seyretmeye başladı.
Suriye iç savaşının, “Amerikan gücünün gerileyişi”ni iyice ayyuka çıkarırken ABD-Rusya arasında 1990’ların başında sona erdiği düşünülen “Soğuk Savaş”ın yeni bir formda tekrar sökün etmesini de tetiklediği söylenebilir.
Bu sürece başlangıçta ABD’den yana bir angajmanla giren AKP ve Cemaat arasında savaşın sıcağında beliren ayrışma, çekişme ve çatışmalar, onları Suriye bağlamında ABD ile Rusya’nın (ve bir ölçüde de İran’ın) nüfuz mücadelesinde karşıt kutuplara çekti. Cemaat, ABD ile kayıtsız-koşulsuz; AKP Rusya ile acılı-tatlılı, yer yer itiş-kakış, yer yer sarmaş-dolaş bir ittifak içinde oldu.
Aynı kavşakta, 2013’ten itibaren ülke içinde de seküler toplum kesimlerinin çığlık çığlık yükselen tepkisi (Gezi olayları) ve AKP’nin bu kesimleri kriminalleştirme siyaseti… Ve de bu tabloyu kendi yararına işlevselleştirmek isteyen Cemaat’in 17-25 Aralık (2013) operasyonlarıyla başlattığı açıktan çatışma durumu…
Tüm bunlar, artık geri dönüşsüz şekilde o korkunç 15 Temmuz 2016’ya doğru hızla sürüklenişin işaret fişekleri olarak kaydedilebilecek gelişmelerdir ve bu tablonun karşılığını da yine Fuller’in ifadelerinde bulmamız mümkündür.
AKP-Gülen koalisyonunun doğumuna ebelik yapmış, bu koalisyonun uluslararası arenada kredisini yükseltmeye yönelik kitaplar yazmış ve AKP’yi ılımlı İslam adına parlattıkça parlatmış Fuller, 2015 yılında verdiği bir mülakatta artık AKP ve Erdoğan’ı İslam ve demokrasi ilişkisi açısından hayal kırıklığı sayar olmuştur.
Fuller’in lojistik anlamda besleyip büyüttüğü, küresel ölçekte hem velilik hem hamilik yaptığı çocuğu artık evlatlıktan reddetme noktasına böylece geldiği söylenebilir.
Elbette o “çocuk” da mukabil olarak “baba”yı reddetme, lanetleme noktasına gelecek, hatta 15 Temmuz hadisesi sonrası darbe girişiminin tezgâhçısı olma gerekçesiyle Fuller hakkında yakalama kararı çıkarttıracaktır.
Graham Fuller
Kazanan kim, kaybeden kim?
Tablo bu… Ve onda yer alan suretler, simalar, çizgiler, şekiller, renkler, gölgeler; hepsi bu konuyla ilgilenen uzman, akademisyen, bürokrat, siyasetçi, gazeteci pek çok kişinin malûmu…
Yalnız bunların önemli bir kısmında AKP’nin tablodaki yerini bir fırça darbesiyle görünmez kılma uğraşı belirgin şekilde ortadadır; onun 15 Temmuz’un mağduru olma gerekçesi doğrultusunda…
Hayır, AKP ve Erdoğan bu tablonun ayrılmaz parçalarıdır!..
O yüzden de Gülenci ordu mensuplarının girişimi olarak açıklanan 15 Temmuz, darbeden ziyade bir “dabbe”dir.
Kur’an’da “kıyamet alâmeti” olarak yerden doğuş bulacak bir yaratığa karşılık “dâbbetü’l-arz” terkibiyle karşımıza çıkan “dabbe” sözcüğünün, “nüfuz eden”, “sirayet eden” anlamları yanında çok çarpıcı bir diğer anlamı daha vardır: Dabbe, aynı zamanda “ağaç kurdu” demektir.
Ve biliyorsunuz, her ağacın kurdu kendinden olur!..
O yüzden siz hâlâ darbe girişiminde bulunan, adı “Cemaat”ten “FETÖ”ye diskalifiye edilmiş oluşumun siyasi ayağını araya durun, biz de size 28 Şubat darbesini mevzubahis ettiğimizde sıraladığımıza benzer şekilde 15 Temmuz’un da kazanan ve kaybedenlerini sıralayalım!..
Kanımca tek kazanan var ki o da girişimin erken ifşa olup çözülmesindeki istihbarat dahli ve katkısı gayet açık olan Rusya... Zaten şu ara gündemde olan S-400 konusu bile bu büyük kazanımın halihazır bir örneği olarak kaydedilebilir.
Kaybedenler mi?..
ABD kaybetmiştir, Graham Fuller kaybetmiştir, Fethullah Gülen kaybetmiştir. Belki o gün değil, ama bugünden bakıldığında AKP ve Tayyip Erdoğan kaybetmiştir.
Ve elbette hepimiz kaybettik.
Çünkü “Dabbe”, dediğimiz gibi, kıyamet alâmetidir ve onun yerden bittiği memlekette kazanan olmaz. 249 insanın hayatını kaybettiği, 2196 kişinin yaralandığı, sonrasında da Olağanüstü Hal’le, KHK’larla ülkede neredeyse mağdur olmayanın kalmadığı bir karanlık korku tüneline hep beraber savrulduk.
Şu aralar da işte aklıselim, iyi niyetli ve yürekli birilerinin öncülüğünde, muhafazakârı moderni, dindarı dindar-olmayanı, milliyetçisi sosyalisti, Türk’ü Kürt’ü el ele vermiş, kuyuya atılan taşı çıkarmaya çalışıyoruz!..