Zoolog Desmond Morris 1960'larda kaleme aldığı 'Çıplak Maymun' (The Naked Ape) adlı kitabında insanı hepi topu bir 'tüysüz maymun' olarak tanımlama cesareti gösterdiğinde Darwin'in 'Türlerin Kökeni'ni yazmasından 100 küsur yıl sonra aynı öfkeli, sert ve hakaret dolu kitlesel tepkilere hedef oldu.
Morris, bu tepkiler karşısında ziyadesiyle şaşırdığını kaydetmiştir. Çünkü bir zoolog olarak kendisi için insanın bir primat (maymun) türü olması basit ve sıradan bir 'taksonomik' (canlı-sınıflaması temelli) gerçekti. Fakat insanlık, canlı-biyolojik bir varlık, yani bir hayvan olduğu gerçeğini reddetmekte, hayvanlarla aynı simetride, derecede, değerde ele alınmayı içine sindirememektedir.
Kendi türüne yönelik bu 'homosantrik' (insan-merkezci) yüceltme motivasyonu (ki bizde bunun yerel karşılığı 'eşref-i mahlukât' telakkisidir) doğrultusunda insan, diğer pek çok canlı türü için söz konusu soyu tükenerek yok olma tehlikesinin kendisi için de geçerli olabileceğini göremez. Daha doğrusu, böyle bir riski kendi türüne konduramaz.
Halbuki insan açısından da bu risk var der Morris ve eğer insan, diğer canlı türleri gibi bir 'hayvanî tevazu' (animal humility) içinde hareket etme noktasına gelmemekte direnirse bu bakımdan kendisini uçurumun kıyısında bulmasının hiç de zor olmayacağını kaydeder.
'Hayvani tevazu' yok, 'kültürel kibir' var!
Desmond Morris'in çok uzun yıllar önce bir VHS video-kaset sürümünden izlediğim 'Monkeys, Apes and Man' adlı National Geographic belgeselinde karşıma çıkan yukarıda aktardığım sözlerini, özellikle de kullandığı 'hayvani tevazu' tabirini hiç unutmadım. Ve akan zaman-değişen hayat içerisinde bugün karşı karşıya olduğumuz insan-marifeti sorunlar, en toparlayıcı başlıkla, 'küresel iklim kıyameti' karşısında da bu tabiri sık sık hatırlayıp büyük umutsuzluk ve çaresizlik eşliğinde ona bol bol göndermede bulunmaktan alıkoyamıyorum kendimi.
İşte en son, çok büyük ölçekli korkunç yıkıcı bir tehdit olarak kâbus gibi üzerimize çöken Çin çıkışlı Korona salgını bağlamında da şu ara dilime dolamış durumdayım bu 'hayvani tevazu' tabirini ve onun insan türündeki vahim eksikliğini!..
'Hayvani tevazu', canlıların içerisinde var oldukları doğal çevrenin bir parçası olduklarını ve onunla sınırlandıklarını bilerek/hissederek yaşamaları, davranmaları ve eylemeleri demek.
Ancak insan, doğa karşısında kendisini diğer canlı türlerinden ayrıştıran 'kültürel' yetkinliği, yapıp etmeleri ve eylemleriyle çoktandır bu 'hayvani tevazu'dan kopmuş durumda. Bunun sonucu da tüm canlılığı, onların içerisinde yer aldığı doğal çevreyi, diğer deyişle bütün yeryüzünü, hatta evreni adeta kendisine tâbi ve her türlü iktidar kullanımına müsait saymaya dönük bir kibirli motivasyon.
Dolayısıyla 'hayvani tevazu'dan fersah fersah uzaklaşıp kopmuş insan, onun yerine bir 'kültürel kibir' içerisinde yeryüzüne azami zarar vererek yaşamını sürdürüyor.
Ama elbette insanın içerisinde yaşadığı canlı-cansız doğal çevreye verdiği zarar, gayet 'doğal' biçimde dönüyor dolaşıyor kendisine dokunuyor. Tıpkı bir kanser hücresi nasıl ki parçası olduğu organizmaya 'isyan edip', o organizma içinde kendi varlığı ve yerine ilişkin 'tevazu'yu kaybedip onu içten yıkarken kendisini de yok ediyorsa, insan da doğal çevresine yönelik tahripkâr, yıkıcı faaliyetleri sonucunda kendi yok oluşuna giden sürece imzasını atıyor.
'Hayvanların insanlıktan intikamı' olarak Korona
En son ortaya çıkan 'Korona kıyameti'ne bu perspektiften bakıldığında denilebilir ki 'hayvanî tevazu'yu kaybetmiş insanın homosantrik ve 'türcü' motivasyonları sonucunda insan-dışı hayvanlara reva gördüğü muamelenin bir bedeliyle karşı karşıyayız.
Business Insider adlı haber sitesinde Aylin Woodward tarafından kaleme alınmış çarpıcı değerlendirme Çin'in Vuhan eyaletinde ortaya çıkan (şu ana kadar 259 can kaybına yol açmış) Korona virüsü ile 2003 yılında ortalığı ölümcül şekilde kasıp kavurmuş SARS virüsü arasındaki ortak noktaya dikkat çekmekte: Her iki salgının da çıkış-başlangıç yeri, çok büyük ihtimalle Uzak Doğu'da geçmişten bugüne yaygın ve popüler olan açık hayvan pazarları.
Çin'in dışında Kore, Hong Kong, Endonezya, Filipinler ve daha pek çok ülkede karşımıza çıkan bu açık hayvan pazarlarının İngilizcesi 'Wet Market'; yani 'Islak Pazar'.
'Islaklık', herkesin iştahlıca açılmış gözleri önünde parçalanıp lime lime edilen hayvanların yaş etleri yanı sıra cesetlerinden akan, sadece kan da değil, diğer bütün vücut sıvılarının ortalığa saçılmasıyla bağlantılı bir vurgu olsa gerek!..
Elbette havaya da müthiş bir rutubet, hararet ve koku hâkim bu pazarlarda.
Bu havada, parçalanan hayvan ölülerinin cesetlerinden fışkıran her türlü mikro organizma, bakteri ve virüsler elbette kol geziyor, dans ediyor, canlı-cansız bedenlerin birinden diğerine sıçrayıp uçarak transfer oluyorlar.
Bu pazarlar elbette asırlardır var. Ama bugün 8 milyarlık insan popülasyonunun küresel hızlı-ulaşım imkânlarıyla her yerde sıkış-tıkış olduğu dünyamızda bunlar, eskisi gibi içe-kapalı, yerel işleyişle sınırlı kalmanın çok ötesinde, global insani akışkanlığın ilgisine ve seyrine açık bir işlerlik arz etmekteler. İşte bu akışkanlık da yaban hayvanlarında konaklayan virüslerin gayet kolaylıkla insana sıçrayabildiği bu pazarların salgın etkisini küresel ölçeğe oturtuyor.
'Türkırım' pazarları
Bu pazarları bir tür hayvanat bahçesi olarak da gözünüzün önüne getirebilirsiniz. Çünkü buralarda ölü hayvanların yanında canlı olarak sergilenen her türlü hayvanı bulmak mümkün: Köpekler, yılanlar, kuşlar, ördekler, tavuklar, tavşanlar, eşekler, domuzlar, yarasalar, porsuklar, balıklar ve diğer bütün deniz canlıları, tilkiler, koyunlar, bambu fareleri, kirpiler ve sair bir dolu mahlukat orada.
Fakat tabii hayvanat bahçesinden fark, bu hayvanların seyredilmek için değil satılıp katledilmek için ortada oluşu.
Kısacası bu açık-ıslak hayvan pazarlarında yukarıda bir kısmı sıralanan hayvanlar hem kesilip parçalanarak satılmakta hem canlı canlı kafeslerde tutulmakta hem de bu arada bir yasa dışı hayvan ticareti de kuytularda sürdürülmekte.
Bir bakıyorsunuz, bir hayvanın parçalanıp lime lime edilmiş, 'pirzolalanmış' etleri, hemen bir kafesin içinde canlı canlı sergilenen köpeklerle yan yana. Köpeklerin, yanı başlarındaki etlerden dolayı ağzının suyu akarken, köpek-eti düşkünü insanların da onlara bakarken ağzının suyu akıyor!..
Bu kadar farklı canlı türünün topluca birbirlerine karşı ağız suyunun aktığı bu yerler, yaban hayvanlarında konaklayan virüslerin o ağızdan bu ağza fink attığı, tabii ki insanları da es geçmediği 'verimli' bir ortam çıkarıyor karşımıza.
Unutmadan, envaı çeşit hayvanın yoğun insan popülasyonuyla virüslerin canına minnet şekilde 'islak ıslak' yakın temasa geçtiği bu pazarlarda soyu tehlike altında olan birçok türün alışverişinin yapıldığını da ekleyelim. Onlar, insanın türcü/homosantrik emellerinin yeni kurbanları olarak yeryüzündeki ömürlerini noktalamayı bekliyorlar bu 'türkırım' pazarlarında!..
Irkçılık, cinsiyetçilik ve 'türcülük'
'Türcülük', ırkçılık ve cinsiyetçilik gibi, onlarla aynı paralelde ve mahiyette bir insanî kötülük pratiğini işaret eder.
Irkçılık nasıl bir insan topluluğunun kendi dışında kalanları deri rengi, dili, dini ve diğer karakteristiklerinden dolayı aşağı ve her şeye müstahak görmesi ise…
Cinsiyetçilik nasıl kadını cinsiyetinden ötürü aşağı ve her şeye müstahak görmek ise…
Türcülük de insan-dışı hayvanları insandan aşağı ve her şeye müstahak görmek… Kavramı ortaya atan Richard Ryder'ın deyişiyle, bir başka türe mensup oldukları için hayvanlara zarar vermek (R. Ryder, 'Türcülük', Birikim, Sayı: 195, 2005).
Zararın sınırı, hayvanları yiyeceğe-giyeceğe dönüştürmek gibi bilindik ve 'alışıldık' pratiklerden başlıyor, onları zevk için avlamaktan deneylerde kullanmaya, giderek at yarışı, rodeo, horoz dövüşü, boğa güreşi gibi acımasızlıklara ve sirklerde eğlence unsuru yapma vicdansızlığına kadar varıyor.
Ama 'biz insanlar' tüm bunları son derece olağan, sıradan ve 'doğal' yaparken hayvanlar eziyet görüyor, acı çekiyorlar.
Ve Ryder, "Acı, tek ve biricik gerçek kötülüktür" diyerek soruyor: "Bir saatlik işkenceye uğramaktansa bir saatlik mutluluğu feda etmez miydiniz?"
Aynı doğrultuda acaba Çin'de Vuhan hayvan pazarında onca hayvanın insan marifetiyle kendilerine canlı canlı yaşatılan muazzam acılar sonrası katledilmesi karşısında Korona virüsünün bile ne kadar masum kaldığını da düşünmek istemez miydiniz?!..
Kafesler boşalsın!
Düşünce ufkunuzu dehşetli şekilde açmak durumunda kalacağım için affedilmeyi dileyerek, dünyada hayvan hakları hareketinin önde gelen sözcülerinden felsefeci Tom Regan'ın Türkçeye de çevrilmiş 'Kafesler Boşalsın: Hayvan Haklarıyla Yüzleşmek' (İletişim, 2007) adlı kitabının girişinden korkunç bir alıntıyla bitireyim. Hayvanlara yaptıklarımızın nasıl tasavvur ötesi bir dehşet, daha doğrusu 'terör' olduğunu netleştirip fark ettirmek açısından, zor da olsa bunu aktarma durumunda hissediyorum kendimi!..
Bir Çin restoranında canlı canlı 'pişirilen' bir kediciğin acı hikayesi bu...
(Lütfen kedisi ve kalp hassasiyeti olanlar okumasın!)
"Aşçı olduğunu tahmin ettiğim bir adam, uzun metal bir maşayla uzun tüylü bir kediyi kafesinden hızla çekip alıyor ve apar topar mutfağa sokuyor. Kedi pençe atıp acı acı haykırırken aşçı hayvana demir çubukla vuruyor. Artık daha çok pençe atıp, daha çok feryat eden hayvan, aniden kaynar su dolu bir küvete daldırılıp on saniye kadar orada tutuluyor. Çıkarılır çıkarılmaz ve hâlâ canlı haldeyken aşçı bir hamlede hayvanın derisini başından kuyruğuna kadar sıyırıp alıyor. Sonra da şok halindeki hayvanı geniş taş bir teknenin içine atıyor ve kedinin donuk ve camsı gözlerle ağır ağır yutkunuşunu izliyoruz, ta ki son nefesini verip de boğuluncaya dek… Yemek servis edildiğinde müşteriler aşçıya teşekkürler edip onu iltifatlara boğarak iştahla tabaklarındakini yiyorlar."
Bu tabloya "Afiyet olsun" denilebiliyorsa, diyenler varsa eğer, Korona'ya da "Hoş geldin" denilmemesi için hiçbir sebep yok!..