Tayfun Atay

03 Mart 2019

Başka bir erkeklik mümkün!

Hâlihazırdaki kurulumuyla erkeklik, bir ‘doğuştan yenilgi’ halidir. Her an elden gitme tehlikesi, kaygısı, korkusu yaşanan, her daim ‘yetersiz bir yetkinlik’

Geçen hafta T24 Pazar’da “toplumsal cinsiyet eşitliği” kavramı üzerinden feminist mücadele ve kadın hareketlerinin hegemonik erkeklik algısının kırılması konusunda nasıl hiç mi hiç küçümsenmeyecek bir yol kat edilmesini sağladığını ABD eski başkanı Barack Obama’nın sözlerini örnekleyerek mevzubahis etmiştik. Tabii bağlantılı olarak Türkiye’de hâlâ toplumsal cinsiyet eşitliğinden öcü gibi korkarak geleneksel ataerkilliğin sularında yüzmeye devam eden devlet erbabı içinden bir örneği de (YÖK Başkanı Yekta Saraç) işlemiştik.

Bu hafta da çarpıcı bir kamu reklamı, geleneksel erkeklik halinin, yıllardır akademik düzlemde olduğu gibi, artık popüler katmanlarda ve gündelik hayatın içinde de bir sorun olarak değerlendirilip tartışmaya açılacağına işaret olarak karşımıza çıktı.

“Boys don’t cry” (“Erkekler ağlamaz”) başlığı altında şekillenen ve bir erkeğin üzerine adeta “ruhsal deri” gibi yapıştırılmış erkeklik kimliğinin baskısı, esareti, zulmü altında ezilmesini anlatan reklam, yeni/farklı bir erkeklik inşası için bize yardımcı olun çağrısıyla son buluyor.

Kanada kökenli kadın dayanışma örgütü White Ribbon Charity tarafından yayınlanan ve Bensimon Byrne/Narrative reklam ajansının imzasını taşıyan film, MediaCat tarafından aktarıldığı üzere, erkek çocuklarına yapılan “erkekler ağlamaz”, “erkek ol” gibi kültürel empozelerin, “zehirli” bir erkekliğin inşasında oynadığı rolün altını çizmekte. Filmin yönetmeni Hubert Davis, “Toplum olarak zehirli sonuçlar doğuran olumsuz, modası geçmiş erkeklik kavramlarıyla yaşıyoruz hâlâ” dedikten sonra, “Toplumsal cinsiyet temelli şiddetin önüne geçmek istiyorsak, bu şiddetin kökenine inmemiz gerekiyor” şeklinde çok önemli bir kayıt da düşmüş.

Bir “şiddet kanaviçe”sinin desenleri

Bin yıllardır yerleşik bu “zehirli erkeklik” algısı, anlayışı ve pratiği üzerine giden reklam filmini görünce ister istemez bundan tam 15 yıl önce kaleme aldığım ve aradan bunca zaman geçmesine rağmen hâlâ tartışmalarda vurgu yapıldığını fark ettiğim şu yazı başlığımı hatırlamadan edemedim tabii: “Erkeklik en çok erkeği ezer” (ilk yayım, Toplum ve Bilim, Sayı: 101, 2004; daha sonra T. Atay, Çin İşi Japon İşi: Cinsiyet ve Cinsellik Üzerine Antropolojik Değiniler içinde, 2012).

Şimdi izlediğimiz reklam filminde bir resim bin kelimeye; bir film milyonlarca kelimeye bedel dedirtircesine sunulan, erkek olmanın “imkânsız zorluğu”na ilişkin pek çok noktayı o yazıda ben de kan ter içinde kalırcasına dillendirmeye çalışmıştım.

Benim yazımda da şimdi karşımızdaki filmde özlüce yer alan şu ana fikir vardı: Erkek, şiddetle hem hemhal hem de malûldür.

Sadece kapsamlı bir fiziksel eylem, yani kavga-dövüş, yaralama-öldürme değil, fakat basit (tabii ki sert) bir bakış, bir takım yüz ve vücut jestleri, tartışmalarda sesini yükseltme, sıklıkla argoya başvuran bir dil, bol bol emir kipi kullanımı, karşısındakine alaycı ve tepeden bakış, hor görme ve aşağılama… Tüm bu irili ufaklı pratikler silsilesi, erkeğin öğrenmesi, özümsemesi ve bir yaşam boyu üretmesi gereken/beklenen bir “şiddet kanaviçesi”nin desenleridir.

Kadına yönelik erkek şiddetinin kökünde yatan da budur. Erkek şiddetle hemhal ve muteber sayıldıkça, bunun doğal, olağan, kaçınılmaz bir çıktısıdır kadınların başına gelen…

Dolayısıyla kadına yönelik şiddetin elini kırmak, erkeğe yönelik kültürel anlamda “doğal beklenti” kılınmış, “olmazsa olmaz”laştırılmış şiddetin belinin kırılmasından, o “şedit erkeklik kanaviçesi”nin parçalanmasından geçer.

Bir “zehir” olarak erkeklik

Hâkim erkeklik “klişe”si bellidir: Sertlik, saldırganlık, şiddet, öfke ve uzlaşmazlık… Bunlardan birine birazcık halel getirmek dahi erkeklikten dışlanma, kovulma, sürülme anlamına gelir. Sertlik yerine yumuşaklık, saldırganlık yerine sevecenlik, şiddet yerine şefkat, öfke yerine nezaket ve uzlaşmazlık yerine yapıcı yönde uzlaşı mı ürettiniz?.. Yandınız! Demek ki erkeklikten nasibinizi almamışsınız, yazık size!..

Hiçbir erkek, “erkeklik” davetinin bu zehirli şerbetini içmeyi reddedemez. “Erkeklik”, erkekler olarak yaşarken insanlığımızı öldürme pahasına içtiğimiz, içmekten kaçınamadığımız bir “zehir”dir.

Bundan da kötüsü, bu zehri sessiz sedasız içer, hiçbir ıstırap belirtisi gösteremezsiniz. Daha açık deyişle, erkekliğin kadınlar açısından zararlı yanları, hayatın içinde gözlemlenir, sorgulanır, reddedilir, onunla mücadele edilebilir. Ama erkekliğin, onun “taşıyıcısı” olan erkek açısından zararlı sonuçları; erkeğin “erkeklik”ten mustaripliği; erkeğin kendisini “erkeklik”ten sakınma yolunda ne ölçüde çaba harcadığı ama sonuçta yine de çaresizce “erkeklik” üretme zorunda kaldığı… Bunlar, hiç mi hiç gözlemlenemez, dillendirilmez ve sorunsallaştırılmaz.

Aksine sanılır ki erkek, iktidarından memnundur.

Erkek, iktidarının mahkûmudur

Halbuki, iktidar kavram ve olgusunun en yetkin çözümleyicisi Fransız düşünür Michel Foucault’ya borçlu olduğumuz, unutulmaması gereken nokta şudur: İktidar, “muktedir”den de bağımsız, onun da üzerinde yükselip onu da kuşatan ve ezen bir şebekedir (L. D. Hubert ve P. Rabinow, Michel Foucault – Beyond Structuralism and Hermeneutics, 1986, s. 186).

Dolayısıyla erkek, iktidarından memnun değil, iktidarının mahkûmudur!..

Erkeğin yaşamı, (sahibi değil) “taşıyıcısı” olduğu iktidarı hayata geçirme yolunda ömrü boyunca kendisini takip edip gözetimde tutan ataerkil kültürel bakışlar altında “ezildiği” (yani: İktidar gözlerdedir!); o bakışları tatmin etme, onlara mahcup olup da kendine güldürmeme yolunda benliğini/insanlığını harcadığı bir cenderedir.

Bu bakımdan evet, Ahmet Tulgar dostumuzun nakşettiği gibi, “erkekler baştan yeniktir” (Ahmet Tulgar, Milliyet Popüler Kültür, 7 Kasım 2003).

Bu bakımdan evet, Yıldırım Türker’in kaydettiği gibi, “erkek, önceden ve toptan teslim olmanın adıdır” (“Erk ile erkek”, Toplum ve Bilim, Sayı: 101, 2004).

Bu bakımdan evet, Murathan Mungan’ın dizelere döktüğü gibi:

“bazı erkekler meçhuldür daha yaşarken
ötekilerden”

(Erkekler İçin Divan, 2001)

Erkek ne zaman “insan” olur?

Kısacası diyoruz ki halihazırdaki kurulumuyla erkeklik, bir “doğuştan yenilgi” halidir. Şimdi karşımızda olan reklam filminde de gayet çarpıcı resmedildiği üzere, bir erkeğin doğar doğmaz algısına sahip olmaya başladığı ve hayat boyu yitirmemek için her ortam ve ilişkide mücadele ettiği, her an elden gitme tehlikesi, kaygısı, korkusunu yaşadığı, erkeğe ne tam anlamıyla içsel ne de tam anlamıyla dışsal bir “kapasite”dir erkeklik… Deyiş yerindeyse, her daim yetersiz bir yetkinlik!..

Psikoterapist Terence Real’in sözleriyle:

‘Yeterince erkek’ olmak bir kere elde edilip sonuna kadar süren bir şey değildir. Erkek topluluğu tarafından izlenerek, tartılarak ve yargılanarak verilen bir şeydir. Aslında erkek ‘olmak’, bir erkek referans topluluğu tarafından kişinin erkekliğinin onaylanmasıdır. Erkekliğin oluşması, sosyal bir süreçtir. Dişiliğin tersine erkeklik, verilir. Bağışlanan bir şey olduğu için, geri de alınabilir” (T. Real, Erkekler Ağlamaz, 2004, s. 176). 

Aynen öyle, erkeklik, siz yaşarken sizden her an geri alınabilir. Bu yüzden, cinsel organının her daim “iş yapar”lığından tuttuğu takımın her daim galibiyetine kadar (kendisine “Nasıl geçirdik size” dedirtmemek için!); evde, işte, sokakta, trafikte, barda, statta ve yatakta hep sınama ve de tehdit altındadır bir erkeğin erkekliği; ta ki ölene kadar…

Bu şartlar altında erkek, ölünce insan olur!..

Ama şartların değişmesi ve bir başka erkeklik mümkün…

O yüzden, yaşarken erkek olmak yolunda şimdi şu filmi lütfen bir daha izleyin!..