Tayfun Atay

14 Temmuz 2019

15 Temmuz: Bir ‘Dabbe’nin tarihi (1)

Post-İslamcı AKP ile post-Nurcu Gülen hareketinin “döl yatağı”, 12 Eylül 1980 darbesi sonrasında ülkenin kaderine hâkim olan cunta yönetimi ve ardından onunla bağlantılı şekilde ülkenin gidişatına yön veren Turgut Özal’ın ANAP’ıdır

6 Şubat 1990’da Ufuk Güldemir imzasıyla Cumhuriyet gazetesinde bir haber yayımlandı.

O dönem Cumhuriyet’in Washington muhabiri olarak görev yapmakta olan Güldemir’in “ABD İslam’la çatışmamalı” başlığıyla çıkan haberi, ABD yönetiminden siparişler alarak gizli dokümanlara erişme imkânı da kendisine sağlanan Rand Corporation’ın yeni hazırladığı bir raporu gündeme getirmekteydi.  

Uzun yıllar Boğaziçi Üniversitesi’nde çalıştıktan sonra ABD’ye gidip pek çok üniversitede dersler vermiş, sonrasında Rand Corporation bünyesinde de yer almış Prof. Sabri Sayarı tarafından hazırlanmış raporun konu başlığı, “Türkiye’de İslam”dı.

Rapor, özünde ABD yönetimine Türkiye’de 1980 sonrası süreçte dinamik bir şekilde kendini göstermiş İslami siyasi, ideolojik, popüler ve entelektüel hareketlilikleri kendi yararına işlevselleştirmesi telkininde bulunmaktaydı.

Önerilen, Türkiye’deki İslami hareketin “ılımlı” üyeleri ile ihtiyatlı ve gayri resmi temaslar yapılması ve laik modeli desteklerken bir yandan da bu ülkedeki İslami güçlerle açık çatışmadan kaçınacak bir politikanın formülleştirilmesiydi.

Raporun alt yapısında elbette (her ne kadar sonuna yaklaşılmış da olsa) “Soğuk Savaş”, Sovyet stresi ve komünizm fobisi vardı. Çünkü bu, Rand tarafından daha geniş çerçevede “Kuzey kuşağı ülkelerdeki İslami hareketler” başlığı altında hazırlanan bir rapor dizisinin parçası idi. Bu dizinin eş güdümünü de çok uzun yıllar Türkiye’de CIA görevlisi olarak çalıştıktan sonra teşkilat bünyesinde daha da önemli görevlere yükselmiş olan Graham Fuller yönetmekteydi.

Bu raporla birlikte Amerikan yönetimine Türkiye’de İslami kanadın ılımlıları ile temasın yararlı olacağının ilk kez kamuoyu önünde açıkça deklare edilmiş olduğu söylenebilir.

Rapordan bazı satır başları şöyle: 1980-sonrası süreçte Turgut Özal liderliğindeki Anavatan Partisi (ANAP) iktidarında yönetim kademelerinde (“Dışişleri” hariç) İslami bir ağ varlık bulmuştu. Yakın gelecekte Türkiye ekonomisinde Koç, Sabancı gibi “seküler burjuvazi”nin hâkim unsurları karşısında kendisini hissettirecek dinamik bir “İslami sektör” (yani Müslüman burjuvazi) ortaya çıkmıştı (malûm, MÜSİAD da 1990’da kurulmuştur). ABD, Türkiye’de hem laik modeli destekleyen hem de İslami güçlerle açık bir çatışmadan kaçınan nazik bir denge yakalamak durumunda idi.

Ve bu doğrultuda, İslami hareketin “ılımlı” üyeleri ile ihtiyatlı ve “gayri resmi” temaslar kurulmasında yarar vardı.

 
Turgut Özal

12 Eylül’ün kalbinden 15 Temmuz’un kalbine açılan yol…

Türkiye’yi 2016 yılının 15 Temmuz’undaki kanlı darbe girişimine –ki bence yazının sonuna doğru açıklayacağım üzere buna “dabbe” demek daha uygun - götüren yolun geriye doğru, elbette açık-seçik gözler önündeki veriler temelinde izi sürülmek istendiğinde, yukarıda aktardığım haberin bizi başlangıç noktasına hayli yakın kılacağı kanaatindeyim.

Haberde yer alan en kritik isim, Graham Fuller’dir ve bizim bu yazımızda da bir “açıklama anahtarı” olarak merkezi figür konumunda olacaktır.

Ancak bu aşamada atlanmaması, en azından bir dipnot kıvamında temas edilmesi gereken bir başka nokta var: Eğer yukarıda mevzu bahis ettiğimiz haber, “15 Temmuz’un tarihi” açısından başlangıçlara işaret alınacaksa, buradan bir “tarih-öncesi”ne de 12 Eylül 1980 darbesi ve o darbenin iradi gücü tarafından “Türk-İslam Sentezi”nin devletin resmî ideolojisi haline getirilmesi ile çıkmak gerekir.

Demek ki bir darbenin kalbinden öbür darbenin kalbine açılan da bir yol vardır!..

12 Eylül 1980 darbesi, Kenan Evren yönetiminde (ve elbette ABD güdümünde) “ülkede kardeş kanına son verme” retoriği ile kendine meşruiyet sağladı ama onun esas, aslî ve derin motivasyonu “anti-komünizm”di.

Bu doğrultuda (yukarıda da değinilen) “Soğuk Savaş” ikliminin havasını Batı’dan yana soluyarak, Türkiye’de 1960’lı - 70’li yıllarda yükselmiş sol-sosyalist hareket ve örgütlerin üzerine korkunç bir gaddarlıkla gitti. Bunu yaparken ihtiyaç duyduğu toplumsal kabulü elde etme yolunda da devletin resmî ideolojisini radikal-modernist (Batıcı) ve elitist bir seküler-milliyetçilikten ("Atatürkçülük") muhafazakâr-modernist ve İslami-popülist Türk-İslam Sentezi’ne doğru kırılıma uğrattı.

İşte bunun bir sonucu, Özal’ın ANAP’ı öncülüğünde hem ileride bugünün AKP’sine doğuş verecek şekilde Batı’ya dost bir İslamcı siyaset anlayışının; hem de anti-komünist damarı 1960’ların ikinci yarısından itibaren ayan beyan ortada olan “sufî” altyapılı ve kitlesel çekim gücü yüksek bir cemaat önderinin önünün açılmasıdır.

Daha doğrudan belirtelim: Post-İslamcı AKP ile post-Nurcu Gülen hareketinin “döl yatağı”, 12 Eylül 1980 sonrası askeri cunta yönetiminin inisiyatifi ve bu inisiyatifle bağlantılı şekilde ülkenin gidişatına yön veren Turgut Özal’ın ANAP’ıdır.

(Elbette Evren’in siyasi çizgisiyle Özal’ınki arasında mevcut farklılıkları burada ne yok sayıyorum ne de inkâr ediyorum; ama bence birilerinin ileri sürdüğü gibi, CUNTA’dan ANAP’a geçişi bir demokrasiye dönüş saymaktan yana da değilim. Farklılıklar ve kopukluklar kadar, daha önemli mahiyette süreklilikler-bağlantılar vardır ve “köprü” de Aydınlar Ocağı ve “Türk-İslam Sentezi”dir.)

 
Kenan Evren

Sovyetler’in çöküşünden İkiz Kuleler’in düşüşüne…

Ancak 1980’lerin “Soğuk Savaş” hercümercinde kendini gösteren bu yeni siyasi yörüngenin Türkiye’nin gidişatına damga vuracak aşamaya gelmesi, yukarıda Ufuk Güldemir haberinde gayet berrak belirdiği üzere bir dış-politik dinamiğin katalitik etkisiyle olmuştur. Graham Fuller marifetli “Türkiye’de İslam” raporu, bu bakımdan tam bir “start” niteliğindedir.

Sovyetler’in çöküşü sonrası bu defa haberde bahsi geçen “kuzey kuşağı ülkelerdeki İslami hareketler”le ilgili olarak Huntington’ın “Medeniyetler Çatışması” teziyle bağlantılı yeni bir kavrayış çerçevesinin öne çıktığı bağlamda da Fuller “on parmağında on marifet” ortada oldu. Bu defa Batı liberalizmine İslami tehdidi “soğurma” yolunda aynı şekilde ılımlı İslamcılığın temsilcisi saydığı oluşumlarla temasın yegâne seçenek olduğunda ısrarlıydı. Bu doğrultuda da onun 2001 yılı 11 Eylül’ünde El Kaide’nin Dünya Ticaret Merkezi’nin İkiz Kuleler’inde uçakları patlatması sonrası George W. Bush yönetimine hitaben kaleme aldığı bir makaleye dikkat yöneltmemiz gerekir. (G. E. Fuller, "The Future of Political Islam", Foreign Affairs, 81: 2, 2002)

Bu makalenin önemi, 1990’daki raporda bahsedilen “Türkiye’de İslami hareketin ılımlı üyeleri” ifadesinin karşılıklarının artık açık seçik zikredilir olmasıdır.

Fuller bu makalede 11 Eylül faciası sonrası Bush yönetiminin dünyayı “Biz” (Batı) ve “Onlar” (Terörist Müslümanlık) ikilemine itme yanlışlığına değinerek bunun Usame Bin Ladin’in “İslam” ve “Küffar” arasında bir savaşa çağrı yapmasından farkı olmadığını belirtir.

Ardından 1990’daki raporda da izdüşümlerini bulduğumuz anlayışla, Müslüman dünyada İslamcı olmakla birlikte aynı zamanda liberal ve demokratik de olan politik eğilimleri teşvik edip desteklemenin önemini vurgular. Sonra Türkiye’yi işaret ederek, katı-sert bir laik devlet ideolojisini aşıp hem kamusal desteğe hem de demokratik ruha sahip İslami hareketlere doğuş verecek olgunluğa ulaşmış bu ülkenin böylesi bir destek için uygun zemin olduğunu kaydeder.

Bununla da kalmaz ve daha somut olarak kendince “demokratik ve modernist” diye tanımladığı, Fazilet Partisi’nden kopuşla türeme AKP ile “apolitik Nur hareketi” şeklinde işaret ettiği bir “Cemaat”i not düşer.

Türkiye’nin geleceğini karartacak bir siyasi “izdivac”ın çöpçatanlığı işte buralarda karşımıza çıkmaktadır.


Graham Fuller

 “Yeni Türkiye”nin isim babası Fuller

Akan zaman, söz konusu “izdivac”ın tatlı-güzel günlerinde Fuller’i daha da coşturacak ve 2007’de yazdığı kitapta o, Türkiye’nin “sadece Türkiye için değil, genelde günümüz İslam dünyası için oldukça önemli iki dinamik İslami hareket” ürettiğini ileri sürecektir. Bunları, kitabının “Türk İslamı’nın Yeniden Yükselişi” başlıklı 6’ıncı bölümün iki alt-bölüm başlığında takdim eder. Birinci alt bölümün başlığı, “Adalet ve Kalkınma Partisi”dir; ikincininkini ise sanırım kimse tahminde yanılmayacaktır: “Fethullah Gülen Hareketi”.

Kitabın önemli bir diğer yanı, bugün dinbaz iktidar mahfillerinin dilinden düşmeyen “Yeni Türkiye” ifadesinin, tabirin isim babasının Fuller olduğunu düşündürecek bir “kristal” berraklığıyla karşımıza çıkmasıdır: The New Turkish Republic – Turkey as a Pivotal State in the Muslim World (Türkçe çeviri: Yeni Türkiye Cumhuriyeti – Yükselen Bölgesel Aktör, Timaş Yayınları, 2008).

Kitaptan su satırlar, not edilmeye değer:

“(M)odern Türk devletinin sıkı İslam karşıtı yapısına rağmen Türkiye, sadece Türkiye için değil, aynı zamanda genelde günümüz İslam dünyası için oldukça önemli iki dinamik İslami hareket üretmiştir: Gayet politik AKP ve büyük ölçüde apolitik cemaatçi Fethullah Gülen hareketi. (…)

Ağustos 2001’de kurulan AKP, Türkiye’de bugüne kadar gelmiş İslamcı partiler serisinin açık ara en ılımlı, en profesyonel ve en başarılısı olmuştur. AKP resmen İslam ile kendisi arasında herhangi bir formel bağ kurmaktan uzak durmakta ve sekülarizm veya ‘laisizm’i demokrasi ve özgürlüğün bir ön şartı kabul etmektedir. AKP’nin Avrupa Birliği’ni kucaklaması, AKP platformunun en başarılı ve akıllıca yönlerinden biri olmuştur. Bu politika, partinin ülke içindeki seçmen desteğine ve dışarıdaki imajına büyük oranda katkıda bulunmuştur. (…)

AKP iktidara geldiğinden ve oldukça ılımlı, pragmatik ve üretken bir siyasal platform benimsediğinden beri Gülen hareketi AKP’ye yönelik eleştirisini büyük ölçüde azaltmıştır. Bunun sonucu olarak, ikisi arasındaki ilişkiler bugün geçmişte olduğundan çok daha iyi durumdadır. Gülen cemaatinin birçok üyesi bugün artık Gülen hareketine bir alternatif olarak değil ama onun siyasi bir tamamlayıcısı olarak AKP’ye katılmıştır” (Türkçe çeviri, 2008: 100-128).

İşte Graham Fuller’in tâ 1990’da Türkiye’de "ılımlı İslam"ın siyaset sahnesinde ABD ve küresel sistem açısından önünü açmaya dönük sessiz-sedasız bir raporla start alan mesaisi, 2000’lerin ikinci yarısında artık AKP-Gülen ortaklığını böylesine ayan beyan parlatma raddesine varmıştır.

O halde sözümüzü esirgemeyelim:

15 Temmuz 2016 gecesi canlarını kaybedenlerin kefenlerinin biçilmesi, demek ki 1990 başına kadar geriye gitmektedir.


Erbakan “engeli”

Elbette dikkatli gözlemciler, yaptığımız değerlendirmede önemli bir boşluğun 1990-2000 arası dönem olduğunu fark edecektir. Mevzu bahis rapordan hareketle 1990’larda Atlantik’in öte yakasından Türkiye’ye yaklaşımda belirginleşen dış-politik dinamikle titreşimsel mahiyette iç-politik süreçlerde olup bitenleri en azından satır başlarıyla hatırlayarak bu boşluğu doldurmamız gerekir. 

Orada karşımızda bir “anomali”, diğer deyişle yukarıda zikrettiğimiz tüm aktörler ve yapılar; ABD, AKP, küresel kapitalizm, Fuller, Erdoğan, Gülen nezdinde aşılması gereken bir “engel” belirecektir.

Bu, “Erbakan faktörü”dür.

Buradan, yarın devam edelim!..