Dagu nekahet nöbetinde…
Eskiler "Bu sene çok kış yaptı" derlerdi. O misal, bu sene daha şimdiden çok keder yaptı! 19 Mart'ta Türkiye sıradan bir güne uyanacağını düşünüyordu, ancak tarihinde silinmeyecek bir döneme adım attı. Bu yazı da, benim uyandığım sıradan bir günün unutamayacağım hikâyesi... |
Bir çift kehribar gözle bakışıyoruz. Aklımda ‘Arizona Dream’ filminden bir şarkının sözleri: “The Fish doesn’t think / Because the fish knows / Everything | Balık düşünmez, Çünkü balık her şeyi bilir…”
Bana bakan bir çift kehribar göz de her şeyi biliyor. O bir balık değil bir köpek ve o da her şeyi biliyor.
Geçen hafta sonu İstanbul Tabip Odası bana ve İstanbul Tıp Fakültesi’nden sınıf arkadaşlarıma 40. yıl plaketi verdi, 40 yıllık hekimliğimizi onurlandırmak üzere. Kolay değildi ve hâlâ da kolay değil bu ülkede hekimlik yapmak. Sürekli kuralların değiştiği, sağlıkla ilgili meselelerin sistem üzerinden değil hekimler üzerinden konuşulduğu ve her fırsatta yönetenlerin hekimleri arenaya fırlattığı bir hercümerç. Onun için TTB bu yıl 14 Mart Tıp Haftası’nın sloganını “Başka Bir Sağlık Sistemi ve Hekimlik Ortamı Mümkün!” olarak belirledi. Ama bu yazının konusu o değil. Geçirdiğim kalp ameliyatı öncesi, sırası ve sonrasında yaşadıklarım ve bu süreçte bilinç akışı şeklinde aklımdan geçenler. Yıllarca hekim olarak bu tarafında olduğum masanın birden öbür tarafında kendimi bulmanın hissettirdikleri…
Ölümle çok küçük yaşlarımda tanıştım. Evimizden peş peşe ölümlerin çıktığı yıllar. Sonrasında mesleğim gereği çok sayıda ölmekte olan, son anda kurtarabildiğim, kurtaramadığım, yaşamlarını bir süre uzatıp kaybettiğim hastalarım oldu. Tüm bu süreç ölümle beni yakınlaştırdı. Jules Michelet, çevirisi yakında yayımlanacak kitabı Deniz’de, ölümü hayatın kız kardeşi olarak tanımlar, Ringa balıklarının yaşam ve ölümlerinden söz ederken. Ölüm hayatımızın uzantısıdır. Ringa balıkları için de, bir eklem bacaklı böcek için de, biz insanlar için de. Büyük bir devridaimin içinde hemhâl olmanın bir durağı.
Ölümü böyle algıladım ve neredeyse yaşamım boyunca ölümden korkmadım. Kutsal kitaplarda anlatılan biçimiyle bir ölüm sonrası olduğuna da hiç inanmadım. Sonsuz haz ya da sonsuz ızdıraba mahkûm bir ahiret; bu koca evrenin çok daha karmaşık olduğunu ve canlılara ve hatta cansızlara çok daha fazla şeyler vadettiğini düşünüyorum. Ölüm sırası ve sonrasını nasıl tahayyül ettiğimi Aydın (Engin) Abi’nin ölümünden sonra yazdığım bir öyküde anlatmıştım.
40 yıllık bir hekimin bile
son ana kadar fark etmediği bir hikâye
Tüm bunlar geçirdiğim ameliyatın bana çağrıştırdıkları. Biraz tersinden Kırmızı Pazartesi gibi bir durum oldu. Kırmızı Pazartesi romanında Marquez adım adım ilerleyen her aşamada önlenebilecekken önlenemeyen bir cinayeti anlatır. Benim hikâyemse 40 yıllık bir hekimin bile son ana kadar fark etmediği ama o son ana gelindiğinde de her şeyin olması gerektiği gibi yürüdüğü bir hikâye.
Benim hastalığımın adı koroner arter hastalığı. Koroner arterler kalbimizi çevreleyen ve beslenmesini sağlayan yaklaşık 1-1,5 milimetre kalınlığında damarlar. Bu damarların tıkanması kalp kasının beslenmesini bozuyor ve enfarktüs dediğimiz kalp kasında geri dönüşsüz hasara yol açabiliyor. Tıkanan damara bağlı olarak ani ölüme de neden olabiliyor. Bu damarlar neden tıkanır derseniz, başta sigara, aşırı alkol tüketimi, diyabet, kolesterolün yüksek olması, stres, genetik faktörler, obezite gibi nedenler sayılabilir.
Son zamanlarda basında da çok tartışıldığı için söylemem gerek, Covid-19 için yapılan aşıların koroner arter hastalığı ile bir ilgisi yok. Tam tersine, Covid-19 enfeksiyonunun ağır seyretmesi hâlinde oluşabilecek kardiyovasküler sorunlardan koruması nedeniyle olumlu etkisinden söz edilebilir. Komplo teorilerine iman edenlere anlatamadığımız mesele şudur. Bir milyar insana herhangi bir şey enjekte etmeden yalnızca bir iğne sokup çıkartsanız bile bazı komplikasyonlar olabilir, bu tıbbın doğasında olan bir durumdur. Bu nadir komplikasyonları alıp çoğaltarak buradan fantastik sonuçlar çıkartmak -ve mesela bunun bir uzantısı olarak, bir hâkimin bebeklerinden topuk kanı alınmasını istemeyen aileye hak verir hâle gelmesi- saçmalığın daniskasıdır ve toplum sağlığı için çok tehlikelidir.
Benim durumuma geri dönersek bizim ailede kalp hastalığı yaygın, hayatımda hiç sigara içmedim, her zaman sporla iç içe oldum. Öte yandan beyin cerrahı olmak yeryüzündeki en stresli işi yapmak demek. Sonuç olarak bir yakınmam olmasa da zaman zaman kalbimi kontrol ettirirdim. Epey zamandır ihmal ettiğim bir durum. Ha bugün ha yarın derken günler haftaları, haftalar ayları, yılları kovaladı. Bu yaz denizde 3 bin 500 mil yaptım, Manş Denizi kıyısından İstanbul’a teknemi getirdim ve gayet sağlıklıydım.
Bu böyle sürer, işimi gücümü yaparken son birkaç günde yürürken göğüs bölgemde bana dur diyen bir rahatsızlık hissettim. Kitap bunu “bir baskı hissi, ağrı, yanma” olarak anlatır. Hastaların çoğu da böyle tarif ederler yakınmalarını ama benimki öyle değildi, daha müphem, daha az rahatsız edici ama “ben buradayım” diyen bir durum.
Yıllardır kalp kontrolümü yapan doktorumu -Zeki Özyedek- aradım, yıllık izindeymiş. “Eh haftaya bakarız” o zaman dedim, “Hocam siz pek şikâyet etmezsiniz, ben gelir bakarım size” oldu yanıtı. Sonrası hızlı çekim bir film gibiydi. Öznesi ben olduğum hâlde izleyicisi de ben olan bir film. Kendi dışıma çıkmış, 40 yıllık hekimlik ve cerrahlık kariyerimi terk etmiş, yalnızca olan biteni izleyen bir hasta. BT-Anjiografi sonrası doktorumun bir anda ciddileşen yüz ifadesi, yeni hayat hikâyemin yazılmaya başlandığını gösteriyordu. Koroner damarlarımda ciddi darlıklar çıkmıştı.
Ardından çalıştığım hastane olan Amerikan Hastanesi’ne gidiş, Dr. Vedat Aytekin’in anjiografi yapması ve bir anda anjiografi masasında yatarken rollerin değişmiş olduğunu fark etmem. Beyin cerrahisinde beynin damar hastalıklarıyla da uğraştığımdan yıllar boyunca pek çok hastama anjiografi masası başında bilgi vermiş ve ardından ameliyata almıştım. Bu sefer kalp cerrahı Dr. Haldun Karagöz ve Dr. Vedat Aytekin stent ya da açık kalp cerrahisi seçeneklerini tartışıyorlardı yanı başımda, hasta olarak benim fikrimi de sordular. Ben hekimim ve tıbba, cerrahiye güvenirim. “Doğrusu hangisiyse o” dediğimi hatırlıyorum. Dört damarımda tıkanıklık olduğu için by pass ameliyatı daha doğru olan seçenekti. Saat akşamın beşi olmuştu, eğer acil değilse ben akşam vakti ameliyat yapmayı sevmem. “Yarın mı yapsak” dedim. Haldun Hoca “Beklemeyelim” dedi. Yılların deneyimi, meğerse durumum acilmiş. Sıradan bir güne uyanmıştım ve geceyi evde değil yoğun bakımda geçirecektim.
Ameliyattan sonra kontrole gittiğimde Haldun Hoca ameliyat olmasaydım o gece dahil her an ölebileceğimi söyledi.
Ameliyat olalı altı hafta oldu. Öte dünyadan bu tarafa da bakıyor olabilirdim. Sonsuz uzaydaki bir enerji yumağına yapışmış, yeniden dünyaya fırlatılmayı bekleyen bir kuantum parçacığı şeklinde. Öte yandan yıllar önce Ulanbator’da bir Moğol Şaman, bu hayatımın yeryüzüne son gelişim olduğunu söylemişti. Ruhum kâmil olmuş, evrimini tamamlamış, yani öte tarafa gidersem bana bir daha ne insan, ne çiçek, ne böcek olarak Dünya isimli gezegene dönmek görünmüyormuş. Kim bilir, büyük bilinmezin içinden bir yorum.
Ölümle karşılaşmak, ölümün kıyısından dönmek nasıl bir şey? Uzun zamandır hem yazılarımda hem konuşmalarımda hayatımızın kıymetini bilmemiz gerektiğinden söz ederim. Koskoca evrende, güzelim bir gezegende bize verilmiş bir hediye hayat. Etrafımıza bakıyorum. Daha yeni Suriye’den gelen görüntüler, birbirlerini infaz eden genç insanlar, aynı durum daha kuzeyde Rusya-Ukrayna savaşında tekrarlanıyor. Peki neden? Din, mezhep, etnisite, sen osun, ben buyum, öyleyse seni öldüreceğim. Ve geri planda bu savaşlardan büyük kazançlar elde edenler. Bin yıllardır tekrarlanan akıl dışı bir durum. Kanlı katilere dönüşen, dönüştürülen çocukların gezegeni bir yandan da yaşadığımız Dünya.
Havaya, suya, toprağa daha çok dokunmak istiyorum
Ama eğer yaşıyorsak umut vardır. Her şeye, her zorluğa rağmen umut vardır. Bu gezegeni insan kardeşlerimiz ve başka canlılarla paylaşıyoruz. Biraz da tesadüfen bana hediye edilmiş ikinci hayatıma başlarken havaya, suya, toprağa daha çok dokunmak istiyorum. Öteden beri çok değer verdiğim bir sözcük ‘diğerkâmlık’ gelip hayatımın ortasına yerleşiyor. Bugün buradayım ama olmayabilirdim de. Yediden yetmişe hepimiz için geçerli. İçimden elimi uzatmak geliyor, kim yakalarsa onunla dost olmak, kime dokunursa onunla yoldaşlık etmek. İnsanla, hayvanla, bitkilerle…
Yattığım yerde hele ilk günlerde kitap okuyamıyorum, televizyon izleyemiyorum, podcast bile dinleyemiyorum. Yaşanmış 60 şu kadar yılın muhasebesi, ölümden dönmüş bir adamın zihninde dolanıp duruyor. Hayat önümde taç yapraklarını açmış bir çiçek gibi. Solmasına, kökünden koparıp atılmasına ramak kalmışken yeniden canlanıyor. Sağa sola dönemediğim, uyuyamadığım gecelerde ‘yeni hayat’ın peşine düşüyorum. Hayatımı değiştirmeli miyim? Nasıl değiştirebilirim?
O günlerin üzerinden birkaç hafta geçti, etrafımız kuşatılmış yine. Bu yazıyı yazmaya 8 Mart’ta başladım. Sokağım, mahallem barikatlarla çevrilmiş. Her zaman gidip geldiğim metro durağım kapalı. Sokaklar biber gazı tüfekleriyle donanmış polislerle dolu. Anneler Günü’nü kutlamasına izin verilen kadınlar, Kadınlar Günü’nü kutlayamıyor. Kız bebek olarak doğmuşsanız bu ülkede anne olabilirsiniz ama kadın da olmaya kalkarsanız tepenizde sopalar sallanmaya başlıyor. Yaşadığım memlekette demokrasi, ufukta batmakta olan güneş gibi. Son ışıklarını veriyor, az sonra tamamen kaybolacak, kapkara olacak etraf ve ben burada yaşıyorum. Yıllardır haksız, hukuksuz içerde yatanların, gözümüzün içine bakarak siyahı gösterip bunun beyaz olduğunu kabul edeceksin diyenlerin, beş yıl, on yıl önce atılmış bir twitin bile sabahın köründe kapına dikilen polislerle götürülmene neden olabilecek fetvaların verilebildiği bir ülkede… Böyle bir dünyada insan nasıl rahat nefes alıp verebilir, nasıl hiçbir şey olmamış gibi ameliyatlarına devam edebilir, tüm olup biteni görmezden gelmek için nasıl başını her gün yeniden, daha derine kuma gömebilir.
Öte yandan yalnız ülkemiz değil dünya da başka bir boyuta atladı. Meselelerin çözümü yerel, bölgesel, ülkesel değil. Kesinlikle değil. Çözüm kendi ülkemizde de değil. Çözüm sınırların kalkmasında. Hem fiziki sınırların, hem de dinle, mezheple, ırkla, etnik kökenle, dille çizilen sınırların kalkmasında. Çözüm, insanların bu gezegeni daha yaşanabilir kılmanın çabası için bir araya gelmelerinde. Yeni dünya düzeni her gün daha fazla “kırılacak zincirlerimizden başka bir şey kalmayacağını” dayatıyor insanlara.
Dagu ile uzun yollarda…
Ağır bir ameliyatın ardından karamsar düşünceler, umutla dolu hayaller birbirine karışıyor. Tam bir bilinç akışı yaşıyorum. Farkında olmadan elimi kalbimin üzerine götürüyorum. Göğüs duvarımda kesilen yer hissiz. Hastalarım bana sorar, ameliyat yerinin etrafı neden hissiz diye, ben de bir yıl sonra düzelir, derim. Bir yıl bekle bakalım, diyorum kendi kendime. O tahta gibi derinin altında, çocukken doğaya salmak için avucuma aldığım saka kuşunun kalbi gibi atan kalbimi hissediyorum. Öyle güzel, öyle masum ve ateşle sınandığı gibi öyle kırılgan. Hâlâ yeryüzündeyim. Rahmetli babam geliyor aklıma ve onun keyifle hüznün birbirine karıştığı kimi akşamlarda okuduğu bir şiir. Adaşı Cahit Sıtkı Tarancı’nın bir şiiri.
Haydi Abbas, vakit tamam; Akşam diyordun, işte oldu akşam. Kur bakalım çilingir soframızı, Dinsin artık bu kalb ağrısı. Şu ağacın gölgesinde olsun; Tam kenarında havuzun. Aya haber sal çıksın bu gece; Görünsün şöyle gönlümce, Bas kırbacı sihirli seccadeye, Göster hükmettiğini mesafeye Ve zamana. Katıp tozu dumana, Var git, Böyle ferman etti Cahit, Al getir ilk sevgiliyi Beşiktaş'tan; Yaşamak istiyorum gençliğimi yeni baştan |
Uzanıp kehribar gözlü köpeğimin başını okşuyorum. O her şeyi biliyor. Ve ben dinmiş kalp ağrımla, geçmiş gençliğimi değil, ama önümdeki gençliğimi dolu dolu yaşamak istiyorum. Darısı tüm ameliyat olanların başına…