Bir insanın kafasının kesilmesi dehşet verici bir durum. Kesik bir başla haşır neşir olmak da öyle. Ancak biz beyin cerrahlarının, mikrocerrahi anatomiyi ve çeşitli cerrahi varış yollarını öğrenmemiz için kadavra kafaları vazgeçilmez bir eğitim aracı. Ben dahil birçok arkadaşımız nöroanatomi laboratuarlarında yıllarımızı geçirip kesik başlar üzerinde mikroanatomi çalışmaları yaptık ve hala da yapmaktayız. Bu alanda ülkemizde yetişmiş beyin cerrahlarının yayınları önemli bir yer tutmakta. Biz mesleğimizi daha iyi yapabilmek için kesik başlar üzerinde çalışırken, folklorda, edebiyatta, sanatta tarih boyunca ilginç bir konu olarak kesik başlardan söz edildi, ozanlar kesikbaş meselleri anlattılar, yazarlar romanlarında, öykülerinde kullandılar bu motifi, ressamlar kesik baş hikayelerini resmetti.
Anadolu, Balkan ve Ortadoğu kültüründe kesik baş motifine, efsane, destan, menkıbe, masal gibi folklor ürünlerinde yaygın olarak rastlanmakta. Bunlardan çoğu sözlü olarak nakledilmiş, günümüze öyle ulaşmış, pek azı da 14. yüzyıldan itibaren Anadolu'da ve başka yerlerde yazıya geçirilmiş. Destanlar arasında en ünlüsü 'Dasistan-ı Kesik Baş' (Kesik Baş Destanı). Bir devin gövdesini yiyip karısını kaçırdığı Kesik Baş'ın, Hz.Muhammed'e sığınması, sonrasında da Hz. Ali'nin Kesik Baş rehberliğinde, devi mağarasında bularak Zülfikarı'yla öldürmesi, kadını kurtarması ve Hz. Muhammed'in duası ile başla gövdenin tekrar birleşmesinin manzum halde anlatıldığı bir destan. Destandan üç dize şöyle:
"Gördiler geldi bir kesik adem başı
Girdi içeru döküp kanlı yaşı
Gövdesi yok bir acaib baş durur
Şehid olmuş iki gözü yaş durur
Ne gövde var ne ayak ne hod eli
Bir kesük başdur heman söyler dili"
Anadolu'da, Antep'te, Erzurum'da, Antakya'da, Çorum'da, Sivas'ta, Sinop'ta ve başka birçok yerde kesik baş türbeleri var. Bunlar genellikle savaşta başını kaybeden askerin, yere düşen başı koltuğunun altına alıp muharebeye devam etmesi şeklindeki efsanelerden yola çıkılarak yapılmış. Dilimize yerleşmiş "kellesi koltuğunda", "kelleyi koltuğa almak" gibi deyimler de kuşkusuz buralardan gelmekte. Nitekim "Genç Osman Destanı'nda" bu ifade kullanılmış. 4. Murad zamanında yaşamış ve Bağdat'ın fethinde orduya katılmış, henüz bıyıkları terlememiş bir delikanlı olan Genç Osman'ın, başı kesildikten sonra kale fethedilene kadar, kellesi koltuğunda üç gün savaştığının anlatıldığı ve ozan Kayıkçı Kul Mustafa tarafından şiirleştirilen destandan bir dörtlük şöyle:
"Bağdad'ın kapısın Genc Osman açtı
Gören kafirlerin tedbiri şaştı
Kelle koltuğunda üç gün savaştı
Şehidlere Serdar oldu Genc Osman"
Edebiyatta da kesik baş konusu zaman zaman karşımıza çıkar. Shakespeare "Macbeth"de, Stendhal "Kırmızı ve Siyah"ta, Dickens "İki Şehrin Hikayesi"nde kesilen başlardan söz ederler. Macbeth yaptığı kötülüklerin bedelini, sonunda Macduff tarafından başı kesilerek öder. "Kırmızı ve Siyah" romanı pek çok yeşilçam melodramının senaryosuna değişik biçimlerde girmiştir. Romanın sonunda, Julien sevdiği kadınlardan birini tabancayla vurur ve ölüme mahkum edilir. Diğer sevgilisi idamdan sonra gizlice Julien'in kesik başını çalar. Kesik başla yaptığı uzun araba yolculuğunun ardından, Jura dağlarının tepesinde bir mağaraya onu gömer. Klasik bir Fransız Devrimi öyküsü olan "İki Şehrin Hikayesi"nde ise arka planda Devrim'in evlatlarının bir bir öldürüldüğü terör dönemi anlatılırken, ön planda yine bir aşk öyküsü vardır. Roman sonunda, Sydney Carton sevdiği kadının suçsuz olan kocasını kurtarmak için, onun yerine giyotine boynunu uzatır.
Örnekleri çoğaltmak mümkün. Hüseyin Rahmi Gürpınar'ın "Kesik Baş"ı, belki de Türk edebiyatındaki ilk polisiye romandır. Ömer Seyfettin de "Başını Vermeyen Şehit" öyküsünde, yazının başında söz ettiğim efsanelerden esinlenmiş olmalıdır. Öyküde, Zigetvar önlerindeki Osmanlı Ordusu'ndan Deli Mehmet'in, kendini öldüren şövalyeye başsız gövdesiyle yetişip, onu kılıçlayıp kesik başını geri alması anlatılır.
Kesik baş teması, resim ve heykel sanatında da modern zamanlar dahil olmak üzere, o kadar çok işlenmiştir ki, kendi başına bir doktora konusu olabilir. En bilinen, belki de en çok resmedilen ve mermere yontulanlar "Vaftizci Yahya" (St. John the Baptist), "Judith ve Holofernes" ile "David ve Goliath" öyküleridir. İlk iki öykü aslında birer dini menkıbe olmasına ve içinde başın gövdeden ayrılması gibi ciddi şiddet unsurları bulundurmasına karşın, zaman içinde erotik öğeler ön plana çıkarılarak sanata yansıtılmıştır (Judith ve Holofernes sonraki yazının konusu olacak).
St. John the Baptist/ Leonardo da Vinci
"Vaftizci Yahya" Rönesans döneminin gözde portre konularından biridir. Leonardo da Vinci'nin' Louvre Müzesi'nde bulunan ünlü Vaftizci Yahya'sı, biraz "eşcinsel" görünümlü, hoş bir çocuktur ve büyük ustayla ilgili kimi dedikodulara (dedikoducuların kaynaklarından en ünlüsü Sigmund Freud'dur) dayanak tutulur. İsa Peygamber'in kuzeni ve İsa'nın peygamber olarak geleceğinin müjdecisi, Vaftizci Yahya'nın başının kesilmesi öyküsü kısaca şöyle: Dini kaynaklara göre Yahya, Şeria ırmağı kıyılarında insanları suda yıkayarak ruhlarını arındırırdı ve beklenen mesihin yakında geleceğini anlatırdı. İsa'yı da o vaftiz eder ve bundan sonradır ki İsa insanlara vaaz vermeye başlar (Müslümanlar, Hristiyanlar ve Bahailer Yahya'yı da peygamber kabul ederler.) Yahya, bugün İsrail'de Golan tepeleri yakınında bulunan Kinneret gölü kıyısındaki Tiberias şehrinin valisi Herod Antipas'a kızmıştır. Onu, karısı Phasaelis'i kanunlara uygun olmadan boşayıp, erkek kardeşinin karısıyla evlendiği için suçlamaktadır. Bu yüzden Herod, Yahya'yı hapseder. Derken, Herod'un doğum günü kutlama töreninde, üvey kızı Salome, valinin ve misafirlerinin önünde, üzerindeki her bir tülü tek tek çıkarttığı ünlü "Yedi Tül Dansı"nı yapar. Epeyce kafayı çekmiş olan Herod bu danstan o kadar etkilenir ki, üvey kızının kendisinden bir dilekte bulunmasını ister. Dilek her ne olursa olsun, yerine getireceğine söz verir. Kız da annesine sorar ne isteyeceğini. Yahya'dan kendisini de suçladığı için nefret eden Herodias, bunu fırsat bilir. Kızına Yahya'nın başını istemesini söyler. Sözünden dönemeyen vali Herod, istemeyerek de olsa (halk Yahya'yı çok seviyordur ve gelecek tepkilerden korkar) Yahya'nın başını kestirir. Oscar Wilde aynı adlı oyununda Salome'yi "femme fatal" olarak anlatmıştır. Richard Strauss'un bu oyundan esinlenerek bestelediği opera da, batı kültüründe Salome'yi iyice ünlü hâle getirmiştir. İlk striptizci olarak da kabul edilen Salome'nin öyküsü, aslında bekleneceği gibi pagan dönem, Asur ve Babil mitolojilerinden devşirilmiştir ve resim ve heykel sanatçılarına da epey ilham vermiştir. Kesik baş konularını resmetmeyi seven Caravaggio'nun bu konudaki resmi oldukça ünlüdür; meraklısı Google görsellerde "Beheading of Saint John the Baptist" ya da "Dance of Seven Veils" temalarını aratıp muhtelif sanat yapıtlarını inceleyebilir.
Kesikbaş öyküleri uzayıp gider, son öykü sanattan değil, bilimden; Fransız İhtilali'nin ünlü terör döneminde, yani devrimin evlatlarının başını yediği dönemde kurunun yanında yanıp başı kesilenlerden olan, oksijeni bir element olarak ilk kez tanımlamış kimyacı Lavosier'e ait. Başı giyotinle kesilmeden önce ünlü bilim adamı, yanındaki arkadaşına kafam sepete düşünce bana bak gözlerimi kırpıcam, say bakalım kaç defa kırpıcam, böylece bir insanın beyni oksijensiz kaldıktan sonra daha ne kadar yaşamaya devam eder anlaşılır demiş, ve bir iddiaya göre 12 bir başkasına göre de 15 kez göz kırpmış.
Anatomi çalışmaları için kadavralar dışında başların kesilmediği bir dünyada yaşamak umuduyla…