Soğuk bir günde uçak Washington Dulles Uluslararası Havaalanı'na inmişti. İki metreye yakın kar vardı etrafta. Bilimsel bir toplantıya katılıp dönecektim. Zar zor bir taksi buldum şehir merkezine götürecek. Trafik felaketti. Taksi şöförleri biraz filozof olur. Ben de bir İstanbullu olarak taksi şoförleriyle sohbet etmeyi severim. Konuşkan bir Afrikaamerikalı şoföre denk gelmiştim. O tarihlerde II. Körfez Savaşı devam etmekteydi. Bizim filozof şoför de benim bölgeden geldiğimi anlayınca (ona göre Bağdat'la İstanbul çok yakındı), "Bak dostum" dedi, "Bu savaş acayip haksız. Yalan söyleyip adamların üzerine çöktük resmen, ama burada sorsan insanlara, benzin 10 cent mi artsın, bir milyon Iraklı mı ölsün, bir milyon Iraklı ölsün der çoğunluk". Söyledikleri korkunçtu ama doğruydu, Amerika ve İngiltere'nin yaptığı tam da buydu. Peki insanlık hiç gelişmedi mi binlerce yılda?
Dünya'da, yani Güneş sisteminin Güneş'e en yakın üçüncü gezegeninde olup bitiyor her şey bizim için. Doğuyor, yaşıyor ve ölüyoruz. Öncesi ve sonrası meçhul. Etrafımızdaki gezegenleri, dış uzayı araştırmaya başladık ama hâlâ daha bizim ötemizde, derin uzayda bizden başka canlı var mı bilmiyoruz. Muazzam kainatın içinde küçücük bir noktada var olan bir avuç canlıyız aslında, şu anki bilgilerimize göre. Peki sabah uykudan uyandığımızda bunu hissedebiliyor muyuz? Bir gezegende hep birlikte yaşadığımızın farkında mıyız?
Hindistan'da, Mumbai'de işe gitmek için arabasına binen bir Hindu, haberleri açtığında Pakistan'la Hindista'nın arasında olan problemleri dinliyor. Oysa aynı gezegende yaşamaktan da fazlası var, Hintliler ve Pakistanlılar aynı insanlar. Yüzyıllarca aynı topraklarda birlikte yaşamışlar.
Amerika Birleşik Devletleri'nde Minnesota'da bir bankada çalışan zenci bir memur, akşam televizyonda, çalıştığı yerin bir sokak ötesinde, suçsuz günahsız bir zencinin polis tarafından boğazına basılarak öldürülmesini izliyor. Aynı ülkenin aynı haklara sahip insanı, yalnızca derisinin rengi farklı.
1978'de Kahramanmaraş'ta sırf Alevi oldukları için öldürülenlerin hayata tutunabilmiş aile fertlerinden biri, neden sorusuyla 40 yılını geçirmiş, asla iyileşmeyecek yaralarıyla bir öğlen, esnaf lokantasında yemeğini yiyor.
Beni Washington'da şehre götüren şoför de ülkesinden çok uzaktaki insanların kendi refahı için kurban edilmesini doğal bir şeymiş gibi söylüyor (aslında bir gerçeği dile getiriyor).
Picasso - İki kız okuyor
Dünya isimli gezegende yaşıyoruz. 7.5 milyar insan, hayvanlar, bitkiler. Biz insanlar birbirimizden başlayarak gezegen üzerinde var olan her şeye zarar veriyoruz. Yoksulluk, açlık, yeryüzünde küçük bir zümrenin daha fazla, daha fazla zenginleşmesiyle paralel artıyor. Dünya'yı bir bütün olarak kucaklamayı, insan ve hayvan haklarını, denizleri, ormanları, atmosferi, korumaya yönelik kuruluşlar, antlaşmalar insanların hırslarına kurban ediliyor çoğu zaman. Bir kanser hücresinin bedenin tüm kaynaklarını kullanmaya çalışarak kontrolsüz büyümesi ve sonunda bedenin ölümüne yol açması gibi gezegenin kaynaklarını sonsuz ve bitmek bilmeyen bir iştahla yok etmeye çalışıyoruz.
Ülkelerin arasında sınırlar var. Daha fazla sınır da kafalarımızda ve ruhlarımızda. Aynı anda, aynı ülkede, aynı hastanede doğan iki kişi, farklı etnik yapıda ya da farklı mezhebe mensup diye birbirine düşman olabiliyor. Eğitime, sağlığa, araştırmaya, kısacası insanların yaşarken yeryüzünde mutlu olmasına harcayacağımız paraları silah yapmaya, silah almaya harcıyoruz. Türkiye'de iktidar sahipleri, iki buçuk milyar dolara kime karşı kullanılacağı belli olmayan bir silah sistemi satın alıyor örneğin. Bu silahlara harcanan her bir dolar, ülkede yaşayan insanların refahına harcanabilirdi oysa. Soruyorum kendi kendime; silahlar ne için var ki? Bir insanı, bir hayvanı, çok insanı öldürmek için. Hâl böyleyken milyarlarca insan silaha tapıyor, silahla fotoğraf çektiriyor, silahla yatıp kalkıyor. Silahı kullanıp can alıyor.
Siyasetçi olmayı seçen, ülkelerin siyasetinde rol oynayan bireyler, barıştan çok, savaşın dilini benimsiyor. İçte ve dışta düşman yaratmak iktidarda kalmanın en sağlam formüllerinden biri olmuş. Sığ siyasetçiler, akılları miyop, ruhları güce tapan tipler, Dünya'nın her yerinde her gün bıkmadan usanmadan husumet dilini farklı biçimleriyle yeniden üretiyorlar. İnsanlık tarihinde bir zerre yer tutmayacakları halde yaşam sürelerinde gücü ellerinde tutabilmek için yapmayacakları kötülük yok. Daha acınası olan, o güce kenarından bulaşabilmek, azıcık ondan nemalanabilmek için örneğin bir televizyonun genel yayın yönetmeni, bir gazeteci, ya da bir bürokrat ya da bir üniversite hocası ruhunu her gün bir başka biçimde satıyor.
Yoksulluk, açlık, gezegenin yok olmasına varacak doğa katliamları zirvedeyken dünyadaki zenginliği kontrol edenler, sanal kağıtlardan para kazanıp duruyorlar. Finans kapital adeta bir lağım çukuruna dönüşmüş, bir şey üretmeden, dünyaya, insanlığa yararlı bir şeyler yapmadan, borsalar, bankalar üzerinden milyarlarca dolar, Euro, pound kazanıyor birileri. Paradan para kazanmanın, daha çok kazanmanın peşine düşmüş insanlığın bir bölümü. Büyük bir kısır döngü sarmış Dünya'yı, Güneş sistemindeki, Güneş'e göre üçüncü sıradaki gezegeni.
Toplumu oluşturan bireyler yaşam gailesine düşmüş, bir parça mutluluğa tutunmaya çalışıyor ve her gün, gücü elinde tutanlar onları aldatmaya uğraşıyor. Milliyetçilikle aldatıyor, Allah'la aldatıyor. Gözlerindeki bağ inmesin, esas görmeleri gerekeni göremesinler diye büyük bir sirk sabahtan akşama mesai yapıyor yeryüzünde. İnsan hakları beyannamesi rafa kalkalı çok olmuş, acaba hiç raftan indi mi diye sorulabilir? Bu ortamda birbirlerine sarılmaları gereken insanlar birbirlerine düşmanlık yapıyor. Bir araya gelmenin, bir demokraside birlikte huzur içinde yaşayabilmenin asgari şartları dahi kimlik duvarlarına çarpıp parçalanıyor.
Bu dünyada yaşamaya başlayan her canlının dünyada yaşıyor olmaktan gelen eşit hakkı, eşit ortaklığı diye bir kavram gelişmek zorunda. Yeryüzüne doğan her insan asgari bir servetin sahibi olmalı, diğer canlılar da insanların insafına terk edilmemeli. Kimlikleri belirleyen, ülkeler, ırklar, dinler, cinsiyet alt kimlik olarak yaşamalı. Dünya vatandaşlığının zamanı çoktan geldi. Sınırların kalkması, zenginliklerin paylaşılması, dünyada yaşayan canlıların sonraki bin yıllarda huzuru, refahı bulması için şart. Kapımızı açıp baktığımız dünyada, ötekileri değil kendimiz gibi olan insanları görmeliyiz. Ağızlarından zehir, gözlerinden öfke akarak konuşan siyasetçilerin ve onlar adına kamuoyunu etkilemeye çalışanların seslerine kulaklarımızı tıkayıp, gezegenin akan su gibi, dalga gibi, rüzgar gibi, yaprakların hışırtısı gibi doğal seslerine, annelerin bebeklerini, çocukların hayvanları severken çıkardıkları seslere açmalıyız kulaklarımızı ve gönlümüzü. Ruhumuzu kinle değil, sevgiyle beslemeliyiz.
Türk, Alman, Çinli, Meksikalı, Müslüman, Hristiyan, Musevi… Bütün bunlardan önce Dünyalı olduğumuzu, Dünyalı olmaktan gelen kardeşliğimizi kabullenmek için, bir gün bir uçan daireden küçük yeşil yaratıkların mı inmesi lazım?