Zamanın içinde dolaşıyorum. Hayatımın öykülerini seçiyorum fihristten. Bir kısmı yaşanmış bitmiş, bir kısmı hiçbir zaman yaşanmayacak, küçük bir bölümü döngüsel. Hayatımın içinde karşılaşıp
Hayatım, bu döngüsellik içinde anlam buluyor. Senin başka suretlerine rastladığım bir âlem içre dolanıyorum. Karanfil kokmuştun geçen yaz deniz kenarında, başka bir gece yastığına yüzüm değmişti, yastık mı saçların mı bilmiyorum, mis gibi lavanta kokuyordu. Bir başkası bu öykünün içine girip baksa, sayfalarında, sokaklarında dolaşsa, senin aynı sen olmadığına yemin edebilir. Bense hayatımı sekiz milimetrelik bir film gibi seyrediyorum. Siyah beyaz ve biraz hızlı hareket ediyor herkes. Hayatımın her köşebaşında seni buluyorum.
Zamanla oynuyorum. Ne çok sözcük var zamana dair. Ezel mesela, başlangıçsız zaman. Ebed, sonsuz zaman. Dehr, kesintisiz zaman, başlangıçtan bugüne yaşanmış tüm zamanlar. Daha vakit var, saat var. Ama benim için zaman anlarla kaim. Bir çizgiyi oluşturan noktalar gibi. Ben hayatıma baktığımda çizgiyi değil de tek tek noktaları görüyorum. O anlarımdan birini çıkartsam hayatımdan, çizgi kırılır, bir anda parçalanıp yok olabilirmişim gibi geliyor. Ve hayatımın o anlarında hep sen varsın. Uzayda yolculuk yapan bir ışık huzmesi gibi. Gökyüzüyle cebelleşiyorum. Yıldızların ışıklarıyla. Bana ulaşan ışığın ne zaman yola çıktığına dair hesaplamalar kafamda. Bu ışıklar milyarlarca yıl önce yola çıkmış ve az önce bana ulaşmış, ne muazzam bir bilgi. Hem dalga hem parçacık olan ışıklar. Yol boyunca kaç gezegene, kaç süpernovaya denk geldi acaba? Hangi karadelikten kaçtı? İşte böyle tuhaflıklarla yaşıyorum.
Gündüz rüyaları görüyorum. Uyanmak istemediğim bir çağa düştüm. Paralel evrene atladım, bir solucan deliğinden geçerek. Bilimkurgu filmlerinde ne kadar hızlanır ve birdenbire durur zaman, paralel evren geçişlerinde. Oysa hiç öyle olmadı. Sen İstiklal Caddesi’nde yürüyordun. Bir sabaha karşının az sonrasıydı. Yağmur başlamıştı. Ben yerin dört metre altında bir Bizans gömütünde yatıyordum. Aslen Cenevizliydim, buraları yurt bilmiştim. Deprem olmuş çöken binanın altında kalmıştım. Bin yılı devireli yirmi sene anca olmuştu. Tam sen geçerken, sabaha karşıdan az sonra, yağmurun arasından fırlayan delifişek bir şimşek saplandı toprağa. Tam dört metre altında yatan beni buldu ve solucan deliği açılmaya başladı. Ben ağır çekimde canlandım, hiç ölmemişim gibi, bin yıl geçmemiş gibi. Üstümde eski Ceneviz kıyafetim. Sen uzamış bir film setinden çayla simite talim eden bir figüran sandın beni, yürüyüp geçtin. Halbuki yarın başka giysiler içindeki benle karşılaşacaksın. Benden hoşlanacaksın. Bin yıl daha yaşlıyım senden, hiç fark etmeyeceksin. Zaman şakaya gelmez. Bitti sandığın yerde yeniden başlar.
İstanbul’un denize inen karanlık sokaklarında gölgeler var. Kadim gölgeler. Bir gece yarısından sonra el ele yürüyeceğiz, o kimsesiz, ıssız sokaklarda. Seni İstanbul’un en renkli gölgeleriyle tanıştıracağım. Bir duvar resminde “göğü maviltecek bir kırlangıç, yakamoz”. Zamanı düz sananlardan olmayacağız biz. Çünkü zaman döngüsel, bazen helezoni. Ritmine ayak uydurduğunda bir gün, bir yüzyıla dönüşür. Ve sen mümkün geçmiş ve mümkün geleceklerin arasında dolaşmaya başlarsın. Kesintisiz zamana ulaşırsın. Kimi zaman mahkûmları da, tam orada takılıp kalmışlardır. Kesintisiz zamanın içindeki tutsak ruhlar. “Ne günah işlediysek yarı yarıya demişti” ya Cemal. Bir yarı gitmiştir, diğer yarı, günahın vebalini sonsuza dek çeker. Günahın bedeli, ölmemektir, suçunun olmadığı bir günahın acısını sonsuza dek yaşamak.
İşte böyle yaşanmış bin yılın ardından mucize gerçekleşti. Solucan deliğinden mümkün geleceğime çıktım. İstiklal Caddesi’nde yürüyorum. Ilık bir yağmur altında evine kadar izledim seni. Kimse beni, bin yıl öncesinden gelen adamı, yadırgamadı. İstanbul bu çünkü. Sihrin ve saklı gizlerin şehri. Evine girdin ışığını açtın. Masadaki atık kağıtlardan yaptığın tabakta “ pelit acısından yavuz bir özlem kiri”. Yorgundun, bütün gece çalışmıştın. Belki o sabaha karşı bana rastlamasan, rüya görmeyecektin, ama ben senin rüyana girdim. Çünkü sen İstanbul’da yaşıyordun, rüyalar kentinde.
Senin gecen, başkalarının gündüzünde, bir an bedeninden sıyrıldın. Ağır çekimde, saniyenin bir kadranda katettiği yol kadar bir zaman dilimi içinde, astral çıkışa geçtin. Perdelerin sıkı sıkıya kapalı, dışardaysa can yakan bir güneş. Epeyce yükseldin, çocukluğunu görecek kadar. Mahallede yakan top oynuyordunuz arkadaşlarınla. O zaman da mis gibi kokuyordun. Bedeninde kolun gerilmiş bütün gücünle topu fırlatırken, etraf reyhan rayihasına kesmişti. İşte o zaman senin pazardan dönen teyze sandığın kadın, zaman yolcularından biri, melekler diyarından bir melek, seni bulmaya dünyaya gelmiş bir hologram, sana döndü; top kavis alıp o kadına yöneldi. Çok iyi hatırlıyorsun, senden başka kimse görmedi, oyunla meşguldü herkes. Top havada durdu öylece, belki bir, belki iki saniye. Melek kadın sana baktı, seni efsunladı. Bütün mitokondrilerine sızdı efsun. Meleklerin arasına katıldın sen de. O gündüz düşünde, birdenbire her şeyi anladın. “Pörsümüş, gül bitine karmış bir sarı” güneş parladı gökyüzünde.
Size tuhaf gelebilir, gelecektir de. Saçma, tutarsız. Art arda yazılmış garip cümleler. Oysaki gerçeküstü bir resmin, yazıya dökülmüş tercümesidir yazdıklarım. Yaşanmış, yaşanan ve yaşanabilecek olanların İstanbulcası. “Sihrin ve saklı gizlerin şehri” mesela, şeker pancarının poyrazla inceltilmiş eflatunudur. “Çünkü zaman döngüsel, bazen helezoni” cümlesiyse, bir nöronun etrafa uzanan dendritlerinin sonbahar İstanbul’una saçılan kahverengi lekelerinden türedi. Dagu’nun tüyleri kadar kahverengi.
Seslerin, sözlerin de bir gerçeküstü dünyası var. Aşkın da, buzlu denizlere gitmek üzere limandan ayrılan teknenin de, az önce perona yanaşmış trenden inen yabancının da. Ama en çok renklerin ve sözlerin unutulmuş şairinin dünyasıdır gerçeküstü. Ve en çok da onda bulabileceğiniz mahalleli gerçekaltı. İyi de İstanbul sahafları ne renktir? Anladım, hiç bir şey anlamadın. O zaman otur kendi başına bir banka, etrafında martılar çığlık atarken şu şiiri oku, sonra belki şarapsarsın.
“Oralar yazın mı hala, güpgüzel
Gayri şarapsadım ben, İstanbulsadım
Kuşladıysa gözlerimi bir sakar tavan
Sensiz günlerimi çarçur etmek içindir
Ama pörsümüş, gül bitine karmış bir sarı
Siner külçelenir ta evimde barkımda
Pelit acısından yavuz bir özlem kiri
Yu canım usulcacık
Sen bunca umudumun çılgarı
Göğü maviltir bir kırlangıç yakamoz
Balıklar debreşir suda” *
Metin Eloğlu, Çılgar (Horozdan Korkan Oğlan 1961)