Talat Kırış

25 Ocak 2021

Bir kasideyle başlayan hayatım

Baki, sanki Washington DC'de, Donal Trump'la karşılaşmış gibidir. 17. yüzyıl şairlerinden Urfalı Nabi de sanki havuz medyasını takip etmektedir

Ben Divan edebiyatını çok severim. Esasında var oluşumun esbabı mucibesinde de divan edebiyatının bir hayli ehemniyetli rolü olmuştur. Ol zaman hikâye edelim:

Çamlıca Kız Lisesi'nin çalışkan mı çalışkan (1953 yılında hem lise mezuniyet, hem olgunluk notu pekiyi olan İstanbul'daki yegane öğrencidir), güzel mi güzel kızı Özden, Haydarpaşa Lisesi'ni bitirmiş, bir Anadolu kasabasının eşrafından Cahit'le tanışır. Cahit'in gençliği belde silah, at binen, sürü güden modern bir kovboy olarak geçmiştir. Öte yandan edebiyata da pek düşkündür. Çamlıca'nın efsane edebiyat hocası Güllü'nün rahle-i tedrisinden geçmiş Özden içinse divan şiiri, "Faiülatün, failatün failatün failün"den fazlasıdır. Aruz vezni kalıplarını edebiyatta not almak için ezberlemekten öteye geçip de, şiirin ahengine vakıf olmaya başladığınızda başka bir dünyanın kapıları da açılmış olur. Güllü'nün derslerinde bu kapılar aralanmıştır. Cahit ise bir yandan Garip akımının öncü şairlerini takip eder, bir yandan Demir Ökçe'yi okurken, usul usul da Osmanlıca çalışmaktadır, divan edebiyatının hakkını vermek için. Netice de şiirin musikisi, aşkın şerbetine tebdil olur ve nihayetinde bir temmuz gecesinde bendeniz Özden'le Cahit'in oğulları olarak Süleymaniye Doğumevi'nde hayata gözlerimi açarım.

Böyle başlayan hikâyenin devamında da evimizde şiirin, edebiyatın eksik olmadığını tahmin edersiniz. Divan edebiyatı da evimizin vazgeçilmezlerindendi. Rahmetli babam çok güzel şiir okurdu. Annemin elinden kitap düşmez (hâlâ öyledir), genç yaşta kaybettiğimiz ablam ise Allah vergisi hızlı okuma yeteneği ile bir gecede, kalın bir kitabı bitirirdi. Bense daha o zamanlarda bile kutup kaşiflerinin, seyyahların hikâyelerine gömülmüştüm.

Babam bir rakı sofrasında, dem çekerken rakı şişesine uzanır, şişeyi kadehe yaklaştırırken Şeyh Galib'in gazelini söylerdi:

"Yine zevrâki derunum kırılup kenare düştü
Dayanır mı şişedir bu, reh-i sengsâre düştü"

Gene gönlümün gemisi parçalanıp kıyıya düştü
Bu gönül camdandır ve taşlık bir yola düştü,  
dayanması mümkün müdür?

(Galip burada gönlünü bir gemiye benzetir, aşkın, enginlerde dolaşıp fırtınalara göğüs gerip yine de sonunda çektiği acılarla kıyıda parçalanmasını anlatır, zaten gönlünün camdan yapıldığını, taşlık yola düştüğünde dayanamayıp kırılacağını söyler.)

Bir başka gün yine soframıza hem neşe, hem keder arz-ı endam etmişken kalbe de, söze de Fuzuli'nin Su Kasidesi dökülmeye başlar. Her bir beyti ayrı ses ahengine sahip, aynı zamanda da derin manalar taşıyan bu kaside Divan edebiyatının en güzel eserlerindendir. Babam yine gözlerine çökmüş hüznü gülümsemesinde saklayarak başlardı, annemle beraber okurlardı.

"Saçma ey göz eşkten gönlümdeki otlare su
Kim bu denlü dutuşan otlare kılmaz çare su.
Âb-gûndur günbed-i devvar rengi bilmezem
Ya muhit olmuş gözümden günbed-i devvâre su" 

Ey göz, gönlümdeki ateşlere gözyaşından su saçma
Çünkü böyle tutuşan ateşlere su fayda etmez
Bilmiyorum dönen kubbe mi (gökyüzü) su rengindedir
Yoksa gözyaşlarım mı gökyüzünü kaplamıştır. 

(Burada Âb-gûn su renginde mavi anlamındadır. Fuzuli Divan edebiyatının muhtelif sanatlarını peş peşe kullanıyor. Önce tecahülü arif yapıp gökyüzünün mavi renkte olduğunu bilmez görünüyor, sonra da hüsnü talil yapıp, yani gerçek sebepten daha iyi, daha edebi bir sebep bularak gözyaşlarının gökyüzünü kaplamasından ötürü o renkte olduğunu söylüyor.)

Sonra bir gün evdeki kütüphanede, 1940'ta İstanbul Maarif Matbaasınca basılmış, Necmettin Halil Onan'ın "İzahlı Divan Şiiri Antoloji"sini keşfettim. Kasideler, gazeller, beyitler arasında kayboldum resmen. Divan edebiyatının yalnızca aşk, gönül edebiyatı olmadığını anladığımda yirmili yaşlarıma dayanmıştım. Her devirde, iktidar adamları olmuştu, her devirde güçten, güçlüden yana olup makam, mevki kapmaya, ikbal edinmeye, zenginleşmeye çalışanlar olmuştu. Yolsuzluğun alıp başını gittiği, yalanın dolanın hakkın hukukun yerine geçtiği, bilginin aşağılanıp cehaletin taçlandığı devirlerden geçmiştik. Peki hiç ders aldık mı? Bugüne bakın da siz söyleyin.

Şairler ama yukarda saydıklarıma sessiz kalmadılar, divan şiirinin o ahenkli musikisi, bir tokat gibi inip kalktı böylelerinin suratına. Ben de solun klasiklerini okurken bir yandan da pardoks gibi görünse de Divan edebiyatını hatmediyordum o gençlik günlerimde. İşte size kimi örnekler:

16. yüzyıl şairlerinden Ruhii Bağdadi, Terkibendinin 11. bendinde şöyle der: 

"Zıkıymet olunca nidelim cah-ü celâli
Yuf anı satan duna hiridarına hem yuf

Arif ki ola müdbir-ü nadan ola mukbil
İkbaline yuf alemin idbarına hem yuf 

Çün oldu haram ehl-i haka dünye vü ukba
Cehdeyle ne ukba ola hatırda ne dünya"

"Para ile temin edilecek olunca rütbeyi ve büyüklüğü ne yapalım?
Onu satan alçağa da, satın alana da yuh olsun
İrfan sahibi düşkün ve cahil itibarda olduktan sonra,
dünyanın talihine de talihsizliğine de yuh olsun.
Mademki doğrulara dünya ve ahret haram olmuştur,
o halde dünyayı da ahireti de unut gitsin"
 

Baki de sanki Washington DC'de, Donal Trump'la karşılaşmış gibidir. Narsistik kişilik bozukluğu olan tüm siyasetçilere gelsin: 

"Zinhar eline ayine virmen o kafirin
Zira görünce suretini büt-perest olur"

Sakın o imansızın eline ayna vermeyin/
Çünkü kendi yüzünü görünce putperest olur.

17. yüzyıl şairlerinden Urfalı Nabi de sanki havuz medyasını takip etmektedir:

"Ebna-yi dehr her hünere aferin verir
Yarab bu aferin ne tükenmez hazinedir" 

"Zamane adamları her hünere aferin verir.
Yarabbi bu aferin ne tükenmez bir hazinedir"
 

Ah Nabi ah ruhun bir gece şöyle televizyonlardaki tartışma programlarını izlese bugünün Ebna-yi dehrini görse, yalnız hünere değil, beceriksizliğe de nasıl aferin düzdüklerini işitse, kim bilir neler yazardın? 

Babamın çok sevdiği bir şiirle bitireyim. Rahmetli rakı masasında tam da iki sohbetin belini kırıp memleketi kurtardığımız akşamlarda Nabi'nin bir diğer şiirini okurdu ki günümüze de cuk oturmaktadır. Şu muhafazakâr görünümlü siyasal islamcılar başka bir şey okumuyorlar, bari biraz divan edebiyatı okusalar, belki gittikleri yolun yol olmadığını anlarlar:

  1. Bâğ-ı dehrin hem hazânın hem bahârın görmüşüz
    Biz neşâtın da gâmın da rûzgârın görmüşüz
  2. Çok da mağrûr olma kim meyhâne-i ikbâlde
    Biz hezârân mest-i mağrûrun humârın görmüşüz
  3. Top-ı âh-ı inkisâra pây-dâr olmaz yine
    Kişver-i câhın nice sengîn hisârın görmüşüz
  4. Bir hurûşiyle eder bin hâne-i ikbâli pest
    Ehl-i derdin seyl-i eşk-i inkisârın görmüşüz 
  5. Bir hadeng-i cân-güdâz-ı âhdır sermâyesi
    Biz bu meydânın nice çâbük-süvârın görmüşüz
  6. Bir gün eyler dest-beste pây-gâhı cây-gâh
    -aded mağrûrun sadr-ı i'tibârın görmüşüz
  7. Kâse-i deryûzeye tebdîl olur câm-ı murâd
    Biz bu bezmin Nâbîyâ çok bâde-hârın görmüşüz

Günümüz Türkçesiyle en güzel söyleyen bana göre ekşi sözlükte Hulusi mahlasıyla yazan arkadaş, ondan aldım:

  1. Zaman denen bu bağın baharını da sonbaharını da gördük. Neşe meltemleriyle de gam rüzgarlarıyla da karşılaştık.
  2. İkbal meyhanesinde mevki sahibi oldun diye çok da böbürlenme. Zira bu meyhanede akşam içip kendinden geçerek gururla nara atanların sabah baş ağrısından uyanamadıklarını gördük.
  3. Gönlü kırık olanların attıkları bir ah topudur ki nice sultanların yıkılmaz sanılan kalelerini yıktığını gördük.
  4. Dertli olanların ve incinmişlerini gözlerinden akan suların meydana getirdiği seller ile, nice koca koca malikanelerin yerle bir olup gittiğini gördük.
  5. O garipler ki bütün sermayeleri can yakıcı bir "ah"tan başka bir şey değildir. O "ah" oku ile nice hızlı süvarilerin yere yıkıldığını gördük.
  6. Oturduğu makamın kendine itibar kattığını sanan mağrur nicelerini gördük ki bir gün oradan uzaklaştıklarında el pençe divan durarak hizmetkar konumuna düştüklerini gördük.
  7. O elinde gururla kaldırdığın kadeh bir bakmışsın bir gün dilenci çanağına dönmüş. Biz buna benzer çoklarını gördük.

Not: Üçüncü beyitteki "sengin hisârın'ı saray diye de okuyabilirsiniz.