Cumhurbaşkanı, haksızlık yaparak Prof.Dr. Ayşe Buğra'yı hedef aldı. Söylediklerini aynen aktarıyorum: "Yani aynı zihniyet şu Osman Kavala denilen bu ülkede Soros adeta ofisi olan temsilcisi olan kişinin karısı da yine aynı şekilde Boğaziçi Üniversitesi'nde bu provokatörlerin içerisinde yer alan bir kadındır. Şimdi biz ülkemizi, böyle nadide bir üniversitemizi bunları alın istediğiniz gibi karıştırın mı diyeceğiz. Buna müsaade etmemiz mümkün değil."
Önce biraz geriye gideceğim. İstanbul Tıp Fakültesinde bir akademik kurul toplantısına. 2000'li yılların başı. Kürsüde konuşan İstanbul Üniversitesi Rektörü, sorun yaşadığı İstanbul Hukuk Fakültesi Anayasa Kürsüsü hocasının eşini hedef alan sözler söylüyor. Eşi tıp fakültesinde öğretim üyesi. Rektörün söyledikleri ipe sapa gelmez şeyler, hukuk fakültesini bitirmiş biri tıp fakültesinde öğretim üyeliği yapıp döner sermayeden para alıyormuş. Bahsettiği öğretim üyesi hukuk fakültesi sonrası psikoloji alanında doktora yapmış, ülkemizde nöropsikoloji alanına büyük katkıları olan, aktif olarak her gün fakültede çalışan, ders veren, öğrenci yetiştiren biri. Rektör Bey bunları söylediğinde ben ayağı fırladım. Yanımda oturan hocam beni gömleğimden çekip yerime oturttu. "Daha profesör olacaksın, kadron bu adamın iki dudağı arasında" dedi. Ve ben yerime oturdum. O gün sesimi çıkartmadan yerime oturmanın utancını yıllardır taşıyorum. O gün o akademik kurulda ne yazık ki kimse ağzını açıp Rektör Bey'e yaptığının yanlış olduğunu, sorun yaşadığı bir öğretim üyesinin eşine sataşamayacağını söylemedi.
Bu güçlü adamların iki dudağının arasından çıkacak laflar bizi korkuttuğunda, değerlerimizi kaybetmeye başlıyoruz. İnsani değerlerimizi, ahlaki değerlerimizi, vicdani değerlerimizi, hakka, hukuka dair olan değerlerimizi. Şimdi Sayın Cumhurbaşkanı'nın Prof. Dr. Ayşe Buğra'ya söyledikleri karşısında sessiz kalırsam yarın aynaya baktığımda kendimi görmem. Aynada nefret dolu bir yüz ifadesiyle bana bakan birine dönüşmüş olurum. Ben de o söylemin bir parçası olurum. Ben artık ben olmaktan çıkar, hayatım boyunca savunduğum, inandığım değerleri koruyamayan, korkumdan sesini çıkaramayan bir insana dönüşürüm.
Sayın Cumhurbaşkanı, siyasi hayatı boyunca yaptığı birkaç balkon konuşmasını saymazsanız, kendi gibi düşünmeyenlere hep yüklendi, bizler hep kötü çocuk olduk nezdinde. Uzun yıllardır toplumu benden olanlar ve olmayanlar diye iki kategoriye ayırıyor. Bizler değişik zamanlarda, vatan haini, bölücü, ülkenin ileri gitmesini engelleyen, terör destekçisi, dış mikrakların adamı vb… oluyoruz durduğumuz yerde.
Oysa öyle değil, biz ülkesini seven, yurttaşlık bilinciyle hareket eden, ama sizin gibi düşünmeyen insanlarız. Bizim demokrasi anlayışımız, sandıktan birinci çıktığında istediğin her şeyi yapabileceğin, yalnızca sandıktan sandığa hesap vereceğin bir anlayış değil. Örneğin biz, temel toplumsal sözleşmemiz Anayasa'nın siyasi saiklerle eğilip bükülmemesini istiyoruz. Örneğin biz, altına imza attığınız uluslararası sözleşmelere, AHİM kararları gibi, İstanbul sözleşmesi gibi, uyulmasını istiyoruz. Kapalı kapılar ardında oy uğruna bunlardan vazgeçmenin pazarlığını yapmayın istiyoruz. Hakimlerin, savcıların, valilerin iktidarın değil, cumhuriyetin hukukçuları, bürokratları olmasını istiyoruz. Örneğin biz insanlara cinsel yönelimlerinden ötürü hakaret edilmesine, saldırılmasına karşı çıkıyoruz. Örneğin biz yanlış yaptığınızı düşündüğümüzde, dayak yemeden, ters kelepçeye alınmadan, tutuklanmadan demokratik hakkımızı kullanarak sizi uyarmak istiyoruz. Çok şey mi istiyoruz ve söyler misiniz bunların neresi yanlış?
Bakın Gezi, Gezi deyip duruyorsunuz. Gezi neden oldu diye konuşan var mı? Yok terör örgütlerinin eylemiymiş, yok arkasında Kavala varmış, Soros ülkeyi karıştırmak istemiş, şuymuş, buymuş. Ayrıca hatırlatırım Gezi'ye katılan gençlerin Soros'la aynı masada yemek yemişliği, konuşmuşluğu yok. Tayyip Bey'in, Ömer Çelik Bey ve Egemen Bağış Bey'in 2003 yılında İsviçre'de birlikte yemek yemişlikleri, muhabbet etmişlikleri, fotoğraf çektirmişlikleri var. O günün basınında yer alan haberlere göre Sayın Erdoğan bir kez de 2005 yılında görüşmüş Soros'la.
Gezi, çok farklı dinamiklere sahip olsalar da, tıpkı 1968 gibi bir gençlik eylemiydi. Başından sonuna barışçı bir eylemdi. Geziyi bir günde bitirmek, daha başında bitirmek de o zamanın başbakanı Sayın Erdoğan'ın elindeydi. "İstanbul halkının, gençlerin, taleplerini anladım, madem istemiyorsunuz, Gezi Parkı'na Topçu Kışlası yapılmayacak, vazgeçtik" dese Gezi o gün biterdi. Yandaş televizyon yorumcularının Gezi'ye yükledikleri onlarca komplo teorisi de daha başlamadan berhava olurdu. Erdoğan da tarihe farklı bir lider olarak geçerdi. Birlikte siyaset yaptığı çok arkadaşının da o zaman kendisiyle bu yönde istişarede bulunduğunu basın yazdı. Ancak o Gezi'ye katılanlara "Çapulcu" dedi, "İsteseler de istemeseler de Topçu Kışlası yapılacak" dedi, "Salarım üstünüze yüzde elliyi" dedi. Kendi gibi düşünmeyen, demokratik hakkını kullanarak kendisini uyarmaya çalışan halkla inatlaştı. Giderek iş, biz de bu ülkenin insanıyız, iktidardasınız diye her istediğinizi yapamazsınız diyen bir harekete dönüştü.
Gezi Hareketini Osman Kavala finanse etmedi. Kimse finanse etmedi. Finanse edilecek bir şey de yoktu zaten. Bir parkta oturan, dolaşan gençlerin ne masrafı olacaktı ki? İnsanlar sabah evden çıktıklarında üç beş sandviç yapıyor, bakkaldan beş on şişe su, yarım kilo peynir, simitçiden simit alıyor, kimi babaanneler yaprak sarma, anneanneler börek yapıp anonim mutfağa bırakıyordu. Her sabah, Gezi Parkı baştan aşağı gençler tarafından temizleniyor, çöpler tek tek toplanıyordu. İddia ediyorum Gezi'ye katılanların yüzde 99.9'u belki daha fazlası Osman Kavala'yı tanımıyordu. Belki adını duyan, resmini görmüş olanlar vardı ama o kadar. Zaten Osman Kavala ya da bir başkası, istese de Gezi'ye liderlik yapamazdı, Gezi kendiliğinden oluşmuş bir hareketti.
Evet ne yazık ki vandalizm de oldu. Bu denli büyüyen bir toplumsal hareket provokasyona da açık oluyor. Ama bizzat, defalarca kendi gözlerimle şahit oldum, Gezi'yi Gezi yapan gençler, tüm o provokasyonlara, şiddet eylemlerine karşı çıktılar, engellemeye çalıştılar. Provokasyon deyince, son günlerde gördük, ortalarda dolaşan "biri"ni, sille tokat götürmeye çalışan kolluk güçlerine, o "biri" ben polisim ya, ben polisim deyip duruyordu. Gezi'de de böyle "biri"lerinden çokça vardı.
Peki sonuçta ne oldu? Polisin aşırı güç kullanımı ve durumdan vazife çıkaran yüzde elliden bazılarının saldırısı sonucunda gencecik insanlar öldü, sakat kaldı. Gezi'de ölenlerin hiçbiri örgüt mensubu değildi, terörist değildi, karıncayı incitmeyecek gençlerdi. Sonunda halkın direnişi başarılı oldu ve Gezi Parkı'na Topçu Kışlası yapılmadı.
Şimdi Sayın Erdoğan yine aynı hatayı yapıyor ve hata derinleşiyor. Atadığı rektörü, Boğaziçi Üniversitesinin öğrencileri, öğretim üyeleri, mezunları hiç kimse istemiyor. O göreve layık bulunmuyor Melih Bulu Bey. Demokratik haklarını kullanıp itiraz ediyor insanlar. Melih Bey istifaya yanaşmıyor. Cumhurbaşkanı hatayı görüp görevden affetse Melih Bey'i, iş suhuletle çözülecek. Ancak öyle olmuyor, itiraz edenlere bozguncu, terörist muamelesi yapılıyor. Dayak yiyip tutuklanıyorlar. Cumhurbaşkanı, eşini sevmediği Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyesi, saygın bilim kadınını hedef alıp provokatör ilan ediyor. Yetmiyor cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle Boğaziçi Üniversitesi'ne yeni fakülteler kurduruluyor. "Siz benim atadığım rektörle çalışmazsanız, ben çalışacak öğretim üyesini dışardan getiririm" deniyor. Tabii ki yapabilirsiniz, yasal hakkınızdır, meri yasalar uygun değilse de torba yasa var, kararname var, uydurulur bir şekilde. Ama o zaman Boğaziçi Üniversitesi artık Boğaziçi Üniversitesi olmaz. Yasal olan her şey, hakka, vicdana uygun değildir, her zaman ahlaki değerlerle, sağduyuyla uyuşmaz. Yıllardır mağduriyet ürettiğiniz, oya çevirmeye doyamadığınız başörtüsü yasağı da yasaldı, ama doğru değildi, başörtüsüyle okumak isteyen kızlara haksızlıktı. Ona direnmek ne kadar meşru idiyse, sizin yanlışlarınıza direnmek de o kadar meşrudur.
Sayın Cumhurbaşkanı, bir bilim insanı kolay yetişmiyor. Boğaziçi Üniversitesinin hocası olmak, bu ülkeye en iyi şekilde hizmet etmektir. En büyük vatanseverliktir. Ülkemizi ileriye taşıyan öğrenciler yetiştirmiş, bilimsel araştırmalar yapmış, kitaplar yazmış, 2015 yılında "gelişmekte olan ekonomilerdeki ve global ekonomideki sosyal politikaların araştırılmasına" yaptığı katkılar nedeniyle TWAS (Dünya Bilimler Akademisi) ödülüne layık görülmüş Prof. Dr. Ayşe Buğra'yı haksız yere itham ettiğinizi düşünüyorum ve sözlerinizden dolayı sizi kınıyorum. Siz de kulsunuz, yanlış yapabilirsiniz. Yanlıştan dönmek erdemdir.