Laiklik, en az yüz yıldır Türkiye'nin önünde duran, halledilmeyi bekleyen bir konu iken, giderek çözümden uzaklaşan bir sorun haline gelmekte. Burada söyleyeceklerimin bir bölümünü daha önce başka yazılarda ifade etmiştim; tekrarı asgaride tutmaya çalışacağım.
I. Kurumsal düzenleme
Türkiye'de laiklik, laiklik değildir. Daha ılımlı ve nüanslı söylersek eksik ve problemlidir. Yine de elbette bu iktidar döneminde maruz bırakıldığı anti-laik tutumlara defalarca yeğlenir.
Laikliğin en beylik, en dar anlamında din ve devlet işlerinin ayrı olmasını öngördüğü düşünülürse, Diyanet İşleri Başkanlığı'nı bir devlet organı olarak düzenleyip devletin içine alan Kemalist laikliğin daha yola çıkarken bir tutarsızlık gerilimi taşıdığı söylenebilir. Aynı zamanda dine bir meşruiyet kapısı da açılmıştır.
Laikliğin ikinci bir anlamı devreye sokulup laiklik ve laikleşme süreci dinin devlet tarafından denetlenmesi olarak tanımlanabilir denirse, bu da klasik "iki kılıç" doktrinine (dünyevi ve ruhani sektörün birbirinden bağımsız ve özerk olmaları ilkesine) aykırı düşer. Diyanet fiili olarak Sünniliği önceliklendiren, Aleviliği ve diğerlerini kontrol eden bir devlet organına dönüşür; bütün din ve mezheplere eşit mesafede duran bir hakem-kurum olmaktan çıkar. Resmi laiklik, bu açıdan da çelişkilidir.
Laikliğin üçüncü bir tanımı olarak dinin genel olarak kamusal yaşamdan çıkarılması anlaşılacaksa, yine bir çelişki ile karşı karşıyayız: "Çıkarma", dinin yerini korumaktan ve meşruiyetini pekiştirmekten değil, sorgulamaktan ve azaltmaktan geçer; dini bireysel inanç dairesinin sınırı içinde tutmaktan geçer. Hem laik olunacak demek hem de Cuma hutbelerinde Atatürk'ün adı niye geçmiyor diye sitem etmek çelişiyor. Ama sorun da burada: Kemalist laiklik çelişkili ve yetersizdir. Onunla da olmuyor, onsuz da olmuyor demekten kurtulamamıştır. Din siyasal yaşama nasıl dahil edilebilir kaygısı hâlâ ağır basmaktadır. (Devletin kontrolu altında.)
Laikliğin dördüncü bir tanımı da egemenliğin kaynağının Allah ve kutsal kitap değil seküler prensipler ve halk iradesi olmasıdır. Bu bakımdan Türkiye tabii ki bir teokrasi değildir. Ancak, yukarıdaki tutarsızlıklar yüzünden bir "din devleti"ni değil ama bir "devlet dini"nin gölgesini çağrıştıran bir durum da yok değildir. Teokrasilerde olduğu gibi devleti din adamları şahıslandırmıyorsa da (Bkz. İran ve Vatikan), Türkiye'de laiklik din adamlarının siyasi rekabetini istemezükten ileri gitmeyen bir anti-klerikalizm olarak kalıyor. Ama çocuklara "doğru din" devletin maaşlı memurları tarafından öğretiliyor. (Cemaatlar milli eğitime sızmaya başlamadan önce de sorun vardı.)
II. Toplumun dinle ilişkisi
Türkiye toplumu--siyasi sınıfıyla, halk kitleleriyle--yeterli laik olamayacak kadar dindardır; laikliği savunacak kadar seküler değildir. Bazı olguları hatırlayalım: İstenmeyen kişi ilan edilene kadar Gülen bütün siyasi liderlerin el üstünde tuttuğu bir şahsiyet idi: Demirel, Türkeş ve Ecevit onun faaliyetlerine kefil oluyorlardı. Gülen'in kime ve neye hitap ettiği buraya sığmaz. Şu kadarını söyleyelim: Abant Platformu aydınların ve akademisyenlerin statü sembolüydü. Dinle ilişkisi hep ikircikli olmuş olan Türkiye siyasi sınıfının hem ideolojisine hem politikalarına uygun gelen bir "yerli ve milli" dini liderdi. Mehdi olarak görenler bile vardı. Milliyetçi ve devletçi bir Anadolu müslümanlığı hareketinin ilham perisiydi. ABD'nin etkisindeki Komünizmle Mücadele Dernekleri'nin örgütleyicilerindendi. Ve tabii Orta Doğu'da "ılımlı İslam"ın şeflerindendi.
Bazı temsilcileri orduya "peygamber ocağı" diyen sol da Gülen'le flört etti, seyfiye sınıfı da. 27 Mayıs'ın "silahlı aydınları" daha sonra "aydın din adamları" ile 12 Eylül'de sosyalizmin ve liberalizmin karşısına Kemalizm'in yanında bir de din barikatı kurdular. 1982 Anayasasına konan eğitimde zorunlu din ve ahlak kültürü dersleri darbeci Atatürkçü cuntanın resmî laiklikten son derece vahim bir sapmasıydı.
III. Mücadele yokluğu
Türkiye'de esaslı bir laiklik mücadelesi olmamıştır, devletin taraf olduğu bir mezhep kavgası olmuştur. Laiklik la-dini boyutlar taşımaya başlayamamıştır. Hatta resmi laiklik "az din" ile eş anlamlı tutulmuştur. Az din, doğru din, devletin dini olarak görülmüştür. "Azı karar, çoğu zarar" resmi laiklik yanlılarının, "dinin azı değil çoğu makbuldür" dincilerin ölçüsü olmuştur. (Tabii, çok din siyasal İslama çıkan bir basamaktır.) Laikliğin tanımının ve uygulamasının içine laikleşmeyi zorlaştıracak unsurlar gömülmüştür.
Birçok açıdan eleştirilesi ABD anayasası, toplum çok seküler olmasa da, laikliği 250 yıl önce şöyle kuruyordu (Ek. Madde 1). "Kongre bir dinin kurulmasına ilişkin veya bir dine bağlanmayı yasaklayan herhangi bir kanun yapmayacaktır." Jefferson'a göre bu maddenin amacı Devlet ile Din arasına bir "ayırıcı duvar" inşa etmektir. Yargıç Black'e göre ise "ne bir eyalet ne de federal hükümet kilise/mezhep kurabilir. İkisi de bir dine yardım eden, bütün dinlere yardım eden, bir dini başka dinlere tercih eden kanunlar çıkaramaz."
Laikliğin tutarlı ve kapsamlı gerçekleşebilmesi için galiba bir toplumun dinle ilişkisini daha radikal biçimde gözden geçirmesi ve sekülerlik yönünde daha ileri bir noktaya gelmesi gerekiyor. Laikleşme sekülerleşmeyi kolaylaştırdığı gibi, sekülerleşme de laikliği kolaylaştırabilir. Laiklik, cumhuriyetçilik ve demokratlığın bir organik bütün olduğu da hep hatırlanmalıdır.