Güzelburç Mahallesi / Hatay
İyi ve dürüst insanlar (böyle olan politikacılar dahil) depremin bu denli yıkıcı olmasında sorumluluğu bulunanları -başta iktidar politikacıları olmak üzere-lanetliyorlar. Bir bakıma haklılar. Öyle davranışlar gördük ve sözler işittik ki mantıkla ve vicdanla bağdaşır yanı yok, insanı isyan ettiriyor.
Ancak, lanetlemek felaketin anlaşılmasına ve adaletin yerini bulmasına ne derece hizmet eder, ona da bakmak lazım. Suçlu olanların cezalarını çekmelerini sağlayacak tasarrufları yapacak olan kimdir, nedir? İnsanüstü bir irade, tanrısal bir güç müdür? Eğer öyleyse ve de bundan bir şey çıkmayacağına göre, "lanetleyen" herhangi bir sonuç almış olmayacak, "lanetlenen" de herhangi bir yaptırıma uğramayacak.
Lanetleme insani, toplumsal, rasyonel ve etkin bir fiil değil. Hatta insanları hiçbir şey yapmadan bir şeyler yapmış gibi bir yanılsamaya sokma riski taşıyor. İş ilahi mercilere havale edileceğine aklı başında insanlar bizzat yargılamalı değil mi gayrı insanî failleri!
Ayrıca, lanetlenen nedir, kimdir? Tek tek bazı şahıslar mı? Düzgün bir toplumsal ortamın kurallarını kıran sapkın, câni ruhlu bireyler mi, yoksa kötü bir toplumsal düzenin yetiştirdiği, güç verdiği ama doğru ahlak vermediği, istisnai değil tipik bireyler olarak büyük sayılarıyla genel bir düşkünlüğün temsilcileri mi?
Bu noktada denebilir ki tek tek şahısları lanetlemeyin de bütün bir sistemi sorgulayın ve gereğini yapın! Ama bu ideolojik ve politik bir çıkış demektir. Ne dersiniz?
* * *
Lanetlenenlerin kötülük yaptığı depremzedelerin (gideniyle, kalanıyla) durumuna ve psikolojisine de bir göz atmak lazım.
Türkiye'de sosyal sınıflar ve yurttaşlar siyaset sahnesine girmedi. Kapıkulu ve müminden seçmene ve tüketiciye geçilirken sermaye ve haydutlar kayrıldı, kitleler militarist ve şöven bir milliyetçilikle hizaya sokuldu; devletin ve şeflerin neferi yapıldı. Bize oy vermezseniz hizmet de alamazsınız diyen politikacıları alkışlar hale getirildi.
Egoları ezildi ama yüksek bir kolektivitenin üyeleri olarak gururları okşandı. Yabancılara ve geleneksel seçkinlere karşı hınçları bilendi. Yoksullaştırıldılar ve küçük düşürüldüler ama büyük bir milletin ve devletin parçası olarak. Neredeyse bir sado-mazokist ilişki söz konusu gibi görünüyor. Ezilen küçük adam hem acı hem haz veren bir eşitsiz ilişkiye yapışıyor ve kendini beklentilere kaptırıyor. Ezilen egosu da ezik süper-egosu da ayakta kalabilmek için ego-ideali olan şeflere/reislere yaslanıyor. Onların ölçülerini üstün norm olarak tanıyor. Hatta zaman zaman onlara tapınıyor.
* * *
Deprem bize bir şey daha gösterdi. Göçen şehirlerimizin âali zaten pek iç açıcı değilmiş, halkın güvenliği ve refahı diye bir şey yokmuş. Enkazın içinden çıkan inşaat malzemesi ve ev eşyaları bunu gösteriyor. Şehir sandığımız yerleşimler bir varmış bir yokmuş. Kibrit çöplerinden ve dere kumundan yapılmış hayali şehirlermiş. Yıkılan yapı sadece çok değil, yer yer çoğunlukmuş.
Hayali kentlerin insanları da hayali imiş. Öyle birkaç yolsuzun değil, nüfusun çok ciddi bir bölümünün tasarımcı, inşaatçı, ruhsat veren yetkili, kanun çıkaran politikacı ve uygulayıcı bürokrat olarak rol aldıkları, masum hemşerilerini ve yurttaşlarını gerçekte var olmayan (olmayacak, olmayacağı sonra ortaya çıkan) kentlere hapsettikleri, baştan ölüme mahkûm ettikleri bir büyük yanıltma ve yanılsama söz konusuymuş.
Sorumlu sayısının bu denli büyük olduğu bir senaryoda kimi, kaç kişiyi suçlu diye yargılayacaksınız, hayali şehirleri nasıl ve ne zaman gerçek kentlere dönüştürebileceksiniz? Ve bunu yapacakları nereden ve nasıl bulacaksınız?
Benim binam çökmedi, sadece yan yattı diyen veya deprem 7.5 değil 7.4 şiddetinde olsaydı benim yaptıklarım çökmeyecekti diyen veya ben inşaattan anlamam onun için beni suçlamanız yasalara aykırı diyen (yanlış duymadınız tam böyle dedi) "müteahhit"ler gerçek insanlar mıdır, insan suretindeki yok-insanlar mıdır, yok-kentleri kuran?